Kayseri Avukat - Kayseri Ceza Avukatı - Kayseri Boşanma Avukatı - Kayseri Kira Avukatı - Kayseri Gayrimenkul Avukatı - Kayseri İş Hukuku Avukatı - Avukat Zülküf Arslan Hukuk Bürosu

AİHM Turan ve Diğerleri Kararı: Suçüstü Kavramının Makul Olmayan Bir Şekilde Genişletilmesi

AİHM Turan ve Diğerleri Kararı: Suçüstü Kavramının Makul Olmayan Bir Şekilde Genişletilmesi

© Tercüme eden, Orhan ARSLAN, İnsan Hakları Hukukçusu ve AİHM Eski Hukukçusu, 2021. Tercümana atıfta bulunmak kaydıyla alıntı yapılabilinir.

İKİNCİ DAİRE

TURAN VE DİĞERLERİ Kararı – TÜRKİYE

(Başvuru No. 75805/16 ve 426 diğerleri)

KARAR

Turan ve Diğerleri – Türkiye davasında,

Başkan Jon Fridrik Kjølbro, Hâkimler Carlo Ranzoni, Egidijus Kūris, Branko Lubarda, Pauliine Koskelo, Marko Bošnjak, Saadet Yüksel ve Bölüm Yazı İşleri Müdür Yardımcısı Hasan Bakırcı olmak üzere Daire olarak toplanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Bölüm),

427 Türk vatandaşının (\”başvuranlar\”) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (\”AİHM\” veya \”Mahkeme\”), İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin (\”Sözleşme\”) 34. maddesi uyarınca, çeşitli tarihlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine yapmış oldukları başvuruları (no. 75805/16 ve 426 diğerleri);

Sözleşme’nin 5. maddesinin 1, 3, 4 ve 5. fıkraları kapsamında öne sürülen şikâyetlerin Türk Hükûmetine (\”Hükûmet\”) iletilmesi kararı ve başvurunun geriye kalan kısmının kabul edilemez olarak ilan edilmesi kararını;

Tarafların görüşlerini dikkate alarak; 19 Ekim 2021 tarihinde gerçekleştirilen kapalı müzakereler sonrasında, anılan tarihte kabul edilen aşağıdaki kararı vermiştir:

GİRİŞ

1. Mevcut başvurular temel olarak tümü söz konusu zamanda farklı tür ve/veya seviyelerdeki mahkemelerde hâkim ve savcı olarak görev yapan başvuranların, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrasında, Türk makamları tarafından \”Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması\” (bundan böyle \”FETÖ/PDY’ olarak anılacaktır) olarak nitelendirilen bir örgüte üyelik şüphesiyle yakalanma ve tutukluluklarıyla ilgilidir.

OLAYLAR

2. Başvuranların listesi ekte yer almaktadır. Mevcut başvurulara sonuç veren olayların olduğu dönemde başvuranlar, Yargıtay ya da Danıştay üyeleri ya da daha alt mahkemelerde hâkim (bundan böyle \”düz hâkim\” olarak anılacaktır) ya da savcı (bundan böyle \”düz savcı\” olarak anılacaktır) olarak görev yapıyordu.

3. Başvuranların bazıları, avukatlar tarafından temsil edilmiştir. Hükûmet, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanı Hacı Ali Açıkgül tarafından temsil edilmiştir.

4. Davaya konu olaylar, taraflar tarafından ibraz edildiği şekliyle, aşağıdaki gibi özetlenebilir.

I.        DAVANIN ARKA PLANI

A. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ve olağanüstü hal ilanı

5. 2016 yılında 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gecede, kendilerini \”Yurtta Sulh Konseyi\” olarak adlandırılan Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu bir grup, demokratik yollarla seçilen Meclisi, Hükûmeti ve Türkiye Cumhurbaşkanını devirmek amacıyla bir askeri darbe girişiminde bulunmuştur. Söz konusu gece meydana gelen olaylar hakkındaki ek bilgiler, Baş/Türkiye kararında (no. 66448/17, 7. paragraf, 3 Mart 2020) bulunabilir.

6. Askeri darbe girişiminin ertesi günü ulusal makamlar, darbe girişiminden Pennsylvania’da (Amerika Birleşik Devletleri) yaşayan bir Türk vatandaşı olan ve FETÖ/PDY’nin lideri olduğu iddia edilen Fetullah Gülen’in cemaatini suçlamışlardır.

7. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu, 16 Temmuz 2016 tarihinde, üçüncü şahıslar arasından FETÖ/PDY’nin yargı içindeki üyeleri olduğundan şüphelenilen kişilere karşı re’sen ceza soruşturması başlatmıştır. Hükûmet tarafından verilen bilgilere göre yüksek mahkeme üyeleri dâhil, hâkim ve savcılar aleyhine açılan bu soruşturma, ağır ceza mahkemelerinin görevine giren suçüstü hali bulunduğu gerekçesiyle olağan hukuk kuralları uyarınca açılmıştır.

8. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, aynı gün Emniyet Genel Müdürlüğü’ne iletilen talimatta, Hükûmeti devirmeye ve anayasal düzeni değiştiremeye cebren teşebbüs suçunun halen devam ettiğini ve söz konusu suçu işlediklerinden şüphe edilen FETÖ/PDY terör örgütü mensuplarının ülkeden kaçabileceklerini belirtmiştir. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, talimata ekli listede isimleri belirtilen (aralarında başvuranların bazılarının da bulunduğu) bütün hâkim ve cumhuriyet savcılarının polis nezaretine alınması amacıyla bütün bölgesel makamlarla iletişime geçilmesini ve söz konusu hâkim ve savcıların, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 309. maddesi uyarınca tutuklanmak üzere cumhuriyet savcısı huzuruna çıkarılmasının sağlanmasını istemiştir.

9. Hükûmet 20 Temmuz 2016 tarihinde, 21 Temmuz 2016 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, üç ay süreli olağanüstü hal ilan etmiş ve bu olağanüstü hal daha sonra Bakanlar Kurulu kararı ile üç aylık süreler boyunca uzatılmıştır.

10. Türk makamları, 21 Temmuz 2016 tarihinde, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ni, Sözleşme’nin 15. maddesi uyarınca Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerinin askıya alındığı konusunda bilgilendirmiştir (bildirinin içeriği için bkz. Alparslan Altan – Türkiye kararı, no. 12778/17, 66. paragraf, 16 Nisan 2019 ya da yukarıda anılan Baş – Türkiye kararı, 109. paragraf).

11. Olağanüstü hal sürecinde, Bakanlar Kurulu, Anayasa’nın 121. maddesi uyarınca birtakım kanun hükmünde kararnameler çıkarmıştır (bkz. yukarıda anılan Baş – Türkiye kararı, 52. paragraf). Bu kararnameler arasında yer alan ve 23 Temmuz 2016 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) 3. maddesinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK), terör örgütlerine ya da Milli Güvenlik Kurulu’nca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti ya da iltisakı ve yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen hâkimleri ve savcıları ihraç etme yetkisi verilmiştir.

12. Olağanüstü hal, 18 Temmuz 2018 tarihinde kaldırılmıştır.

B. Görevden uzaklaştırma ve ihraç işlemleri

1. Düz hâkim ve savcıların görevden uzaklaştırılması

13. HSYK 3. Dairesi, 16 Temmuz 2016 tarihinde, Ankara Cumhuriyet Başsavcısının talimatları doğrultusunda, FETÖ/PDY üyesi oldukları konusunda şüphe bulunan hâkimler ve savcılar hakkında ceza soruşturması başlatıldığını belirtmiştir (bkz. yukarıdaki 7. paragraf). HSYK 3. Dairesi, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun (2802 sayılı Kanun) 82. maddesi uyarınca, bir soruşturma açılmasının onaylanmasına yönelik olarak HSYK Başkanına teklifte bulunulmasına karar vermiştir (2802 sayılı Kanun’un ilgili maddesi için bkz. yukarıda anılan Baş – Türkiye kararı, 67. paragraf).

14. Aynı tarihte, HSYK 2. Dairesi olağanüstü bir toplantı gerçekleştirmiştir. HSYK 2. Dairesi, 3. Daire tarafından soruşturmanın açılmasına yönelik sunulan teklifin, HSYK Başkanı tarafından kabul edildiğini ve Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın bir başmüfettiş atadığını belirtmiştir. HSYK 2. Dairesi, başmüfettiş tarafından düzenlenen rapora dayanarak, darbe teşebbüsünü gerçekleştiren terör örgütünün üyesi oldukları yönünde kuvvetli şüphe bulunduğu ve bu kişileri görevlerinde tutmanın, soruşturmanın ilerleyişini engelleyeceği ve yargının otoritesine ve itibarına zarar vereceği gerekçeleriyle, 2802 sayılı Kanun’un 77(1) ve 81(1). maddeleri uyarınca, başvuranların bazılarının da aralarında bulunduğu 2.735 hâkim ve savcının 3 ay süreyle görevden uzaklaştırılmasına karar vermiştir. HSYK 2. Dairesinin söz konusu kararı, darbe teşebbüsü öncesinde kendisine iletilen soruşturma dosyalarındaki bilgi ve belgeler ile istihbarat birimleri tarafından yapılan araştırma sonucunda elde edilen bilgilere dayanmaktadır. HSYK’nın kararı hakkındaki ek bilgiler Baş – Türkiye kararında (adı geçen karar, 17-20. paragraflar) bulunabilir.

15. Hükûmet tarafında verilen bilgilerden, 19 ve 22 Temmuz, 10 Ağustos ve 13 Ağustos 2016 tarihlerinde alınan kararlarda HSYK’nın, 16 Temmuz 2016 tarihli önceki kararına benzer gerekçelerle (başvuranların bazıları da dâhil olmak üzere) daha fazla sayıda hâkim ve savcıyı görevden uzaklaştırmaya karar verdiği anlaşılmaktadır.

2. Yargıtay ve Danıştay üyelerinin görevden uzaklaştırılması

16. Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu 17 Temmuz 2016 tarihinde bir karar (no. 244/a) çıkararak başvuranlardan bazıları da dâhil olmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından isimleri verilen Yargıtay üyelerinin mevcut yetkilerini kaldırmıştır. Benzer bir karar (no. 2016/27) Danıştay Başkanlığı aynı tarihte başvuranlardan bazıları da dâhil olmak üzere söz konusu üyeleri konusunda alınmıştır.

3. İhraçlar

17. HSYK Genel Kurulu, 24 Ağustos 2016 tarihinde, 667 sayılı KHK’nin 3. maddesini uygulayarak, FETÖ/PDY üyeliği, mensubiyeti ya da iltisakı bulunduğu değerlendirilen (başvuranların birçoğunun da aralarında bulunduğu) 2.847 hâkim ve savcının ihraç edilmesine karar vermiştir (karar no. 2016/426). HSYK, ilgili hâkim ve savcıların bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleriyle bağdaşmayan yapılar içerisindeki konumları ve bu kişilerin örgütün hiyerarşisi içerisindeki faaliyetleri ile birlikte gizli bağlılık duygularının, yargının itibarına ve otoritesine zarar verecek nitelikte olduğunu tespit etmiştir. HSYK, hâkim ve savcıların Devlet aygıtları dışındaki hiyerarşik bir yapının talimatlarına itaat etmelerinin, vatandaşların adil yargılanma hakkına gerçek bir engel teşkil ettiğini belirtmiştir.

18. Tarafların verdiği bilgilere göre sonraki aylarda başvuranların bazıları da dâhil olmak üzere 1.393 hâkim ve savcı daha meslekten ihraç edilmiştir.

II.         BAŞVURANLARIN YAKALANMASI VE TUTUKLULUK HALİ

A. Başvuranların yakalanması ve tutukluluk haline ilişkin kararlar

19. Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın talimatları (bkz. yukarıdaki 8. paragraf) doğrultusunda hareket eden bölge ve il cumhuriyet savcılıkları, başvuranlar da dâhil olmak üzere, darbe girişiminde yer aldığından ve/veya FETÖ/PDY örgütüyle bağlantıları bulunduğundan şüphelenilen kişiler hakkında ceza soruşturmaları başlatmıştır.

20. Başvuranlar, polis tarafından yakalanıp gözaltına alındıktan sonra, temel olarak Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesi uyarınca cezayı gerektiren FETÖ/PDY örgütü üyeliği şüphesiyle 18 Temmuz 2016 ile 19 Ekim 2016 tarihleri arasında tutuklanmıştır (bkz. yukarıda anılan Baş – Türkiye kararı, 58. paragraf). Tutukluluk kararları, başvuranların yakalandığı yerlerde bulunan sulh ceza hâkimleri tarafından verilmiştir.

21. Başvuranların tutukluluğuna karar veren sulh ceza hâkimleri temel olarak, başvuranların darbe girişiminin arkasındaki örgüte üyelik gerekçesiyle hâkimlik ya da savcılık görevlerinin askıya alınmasını ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu kişiler aleyhine ceza soruşturması başlatılmasını dayanak yapmıştır. Sulh ceza hâkimleri, başvuranların bazıları bakımından, tanık ifadeleri ya da ByLock mesajlaşma sisteminin kullanımını çağrıştıran kanıtlar gibi ek suç delillerinin mevcut olduğunu kaydetmiştir. Kanıtların durumu, (Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100. maddesinde listelenen sözde ‘katalog’ suçlar arasında olan) iddia edilen suç ya da suçların doğası, potansiyel cezalar ve tüm ülkede darbe girişimine yönelik devam eden soruşturmaları dikkate alan sulh ceza hâkimleri, tutuklu yargılanmanın orantılı bir tedbir olduğunu değerlendirmiştir. Verilen kararların çoğunluğunda, özellikle şüphelilerin iddia edilen suçunun (silahlı terör örgütü üyeliğinin) ‘temadi olan suç’ olması ve ilgili iç hukuk hükümlerine göre suçüstü halinin bulunması nedeniyle, ceza soruşturmasının genel hukuk hükümlerine göre yürütüleceği kaydedilmiştir (bkz. yukarıdaki bahsedilen Baş – Türkiye kararı, 2802 sayılı Kanun’un ilgili 94. maddesi açısından 67. paragraf ve 2797 ve 2575 sayılı Kanun’lar bakımından sırasıyla aşağıdaki 30. ve 31. paragraflar).

22. Sulh ceza hâkimleri farklı tarihlerde başvuranların ilk tutukluluk kararlarına yaptıkları itirazları, temel olarak ilk tutukluluk kararlarında belirtilenlerle aynı gerekçelerle reddetmiştir.

23. Başvuranların devam eden tutukluluk hali, her 30 günde bir kez gözden geçirme öngören TCK’nın 108. maddesi uyarınca otomatik olarak gözden geçirilmiştir (bkz. yukarıdaki bahsedilen Baş – Türkiye kararı, 62. paragraf). Başvuranların tahliye talepleri, 668 sayılı KHK’nın 3. maddesinin 1. fıkrasının (ç) bendinde öngörüldüğü üzere tutukluluklarına yönelik dönemsel otomatik gözden geçirme sırasında incelenmiştir (adı geçen karar, 81. paragraf). Dosya üzerinde yürütülen gözden geçirmeler, münferit olarak yürütülmemiş, büyük bir şüpheli grubu açısından topluca gerçekleştirilmiştir. Hem tutukluluğun uzatılması hem de başvuranların tutukluluklarına itirazlarının reddedilmesi kararları temelde ilk tutukluluk kararı zamanında belirtilen gerekçelerin tekrarından ibaret kalmıştır.‑

B. Başvuranların tutukluluklarının uzatılması kararları ve iddianameleri, yargılanmaları ve mahkûmiyetleri

24. Tarafların verdiği bilgilere göre başvuranlar farklı tarihlerde Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin 2. fıkrası uyarınca terör örgütü üyeliğiyle suçlanmıştır. Takip eden yargılama aşamasında planlanan duruşmalarda ya da duruşmalar arasındaki dönemsel incelemelerde, ilk derece mahkemeleri, yukarıda belirtilenlere benzer gerekçelerle, başvuranların tutukluluğunun devamına ve tahliye taleplerinin reddine karar vermiştir.

25. Dava dosyasındaki en son bilgilere göre, ilk derece mahkemeleri, birkaçı hariç tüm başvuranlara ilişkin incelemelerini tamamlamıştır. Başvuranların çoğu, terör örgütü üyeliğinden mahkûm olurken başvuranların 16’sı ise berat etmiştir. Mahkûmiyet ya da beraatları kesinleşmiş az sayıda başvuran hariç, çoğu durumda temyiz işlemleri, istinaf mahkemelerinde ya da Yargıtay’da devam etmektedir.

C. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurular

26. Başvuranlar bu süreçte, çeşitli nedenlerle özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne bir ya da birkaç başvuruda bulunmuş ve bu başvuruların tümü kabul edilemez bulunmuştur.

27. Başvuranların yaptığı başvurular arasında, iç hukukta savcı ve yargıçlara tanınan usul teminatları ihlal edilerek tutuklanmaları ve tutukluluklarına karar veren sulh ceza hâkimlerinin yetkisiz olması bulunuyordu. Anayasa Mahkemesi bu itirazları kabul edilemez bulmuştur. Anayasa Mahkemesi, iddia konusu suçun niteliğini ve bu suçun işlenme şeklini dikkate alarak, başvuranların tutuklanmasına karar veren hâkimliklerin yetkisinin kabul edilmesinin uygun olduğuna karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, birçok kararda suçüstü haline ilişkin hükümlerin uygulanması konusunda herhangi bir değerlendirme hatası ya da keyfilik bulunmadığını açıkça ifade etmiştir.

İLGİLİ YASAL ÇERÇEVE VE UYGULAMA

I.         İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMASI

28. Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin ilgili içtihatları dahil, ilgili iç hukuk ve uygulamaları, büyük oranda Alparslan Altan – Türkiye (yukarıda anılan, 46-48., 50-55. ve 59-64. paragraflar) ve Baş – Türkiye (yukarıda anılan, 52-67., 70., 81-90., 98-99., 101-103. paragraflar) davalarında belirtilmiştir. İlgili iç hukuk ve uygulanmasına ilişkin diğer hususlar aşağıda özetlenmiştir.

A. Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) (5271 sayılı Kanun)

29. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141. maddesinin 1. fıkrasının ilgili kısımları şu şekildedir:

\”a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen,

(d) kanuna uygun olarak tutuklandığı halde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen,

(e) kanuna uygun olarak yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilen,…

kişiler, maddi ve manevi her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler.\”

B. Yargıtay Kanunu (2797 sayılı Kanun)

30. 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun ilgili kısımları aşağıdaki gibidir:

Suçlarla ilgili inceleme, soruşturma ve kovuşturma

Kişisel ve görevle ilgili suçlar – Madde 46

“Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin görevleriyle ilgili veya kişisel suçlarından dolayı haklarında soruşturma yapılabilmesi Birinci Başkanlık Kurulunun kararına bağlıdır. Ancak, ağır cezayı gerektiren suçüstü hallerinin hazırlık ve ilk soruşturması genel hükümlere tabidir.\”

C. Danıştay Kanunu (2575 sayılı Kanun)

31. 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun ilgili kısımları aşağıdaki gibidir:

Soruşturma – Madde 76

\”1. Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyelerin görevlerinden doğan veya görevleri sırasında işlemiş bulundukları suçlardan dolayı, Danıştay Başkanının seçeceği bir daire başkanı ile iki üyeden oluşan bir kurul tarafından ilk soruşturma yapılır.\”

Şahsi suçların kovuşturma usulü Madde 82

\”1. Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyelerin şahsi suçlarının takibinde Yargıtay Başkanı, Cumhuriyet Başsavcısı ve üyelerinin şahsi suçlarının takibi ile ilgili hükümler uygulanır.\”

D. Yargıtay içtihatları

32. Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2 Temmuz 2019 tarihinde FETÖ/PDY üyeliğinden şüphelenilen eski bir HSYK üyesi hakkında verdiği kararında (E.2019/9.MD-312, K.2019/514), diğer şeyler arasında, hazırlık soruşturmasının genel hukuk kurallarına uygun yürütülmesinin, iç hukuka uygunluğu sorununu ele almıştır. Kişisel suç olduğunu kaydettiği silahlı terör örgütü üyeliği suçunun unsurlarına ve \”temadi olan suç\” kavramına (bu bağlamda bkz. yukarıdaki bahsedilen Baş – Türkiye kararı, 83-86. paragraflar ve 90. paragraf) ilişkin içtihadını özetleyen Yargıtay, \”suçüstü\” kavramını ve bu kavramın temadi olan suçlar bağlamında uygulanmasını incelemiştir. Türk hukuk doktrinindeki baskın görüşe atıfta bulunan Yargıtay, temadi olan suçlarda suçüstü hali olabileceği ve suçüstü halinin söz konusu suç işlenmeye devam ettikçe devam edeceği sonucuna varmıştır. Yargıtay bu bağlamda aşağıdaki karara varmıştır:

\”… örgüt üyeliğine ilişkin genel açıklamalarda da belirtildiği üzere, örgüt üyeliğinin varlığı için failin … somut hareketleriyle örgütün hiyerarşik yapısına … iradesini sürekli olarak teslim etmesinin yeterliliğidir. Dolayısıyla, …üyesi olduğunu her an suç teşkil eden başkaca eylemlerle göstermesine gerek olmadığı gibi… Diğer yandan, failin suç örgütü üyesi olduğuna dair yetkili makamlarca şüphe oluşturan delil ya da delillere ulaşılması ve failin örgüt üyeliğindeki devamlılığın … delillere göre saptanması durumunda, … faile CMK’nın 2. maddesinin (j) bendinin birinci alt bendi ve 90. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca bu suçu işlerken rastlandığının, dolayısıyla görünüşteki haklılık unsuru gereğince suçüstü hükümleri doğrultusunda fail hakkında işlem yapılabileceğinin kabulünde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Burada failin cezai eyleminin muhakkak herkes tarafından görülmesi gerekmemekte, yakalama anı itibarıyla örgüt üyeliğinin sürekliliğine dair icra hareketlerinin devam ettiğinin ve failin örgütten ayrılmaya dönük bir eyleminin bulunmadığının yetkili makamlarca bilinmesi yeterlidir.\”

33. Yargıtay, Mahkeme’nin Alparslan Altan davasındaki tespitlerine ters olarak, \”suçüstü hali\” kavramını FETÖ/PDY’ye üyelik iddiasıyla hâkim ve savcıların yakalanması açısından yorumlanmasının, makul olmayan ve keyfi bir yargısal içtihada dayanmadığı sonucuna varmıştır. Tersine Yargıtay, Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul gören yaklaşımının; AİHM’in bunu dikkate almadığı doktrine, örgütlü suç kuramına ve her şeyin ötesinde yasama organı tarafından tutarlı ve uyumlu şekilde çıkarılan iç hukuk hükümlerine dayandığını söylüyordu.

34. Yargıtay ayrıca CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasına atıfla silahlı terör örgütüne üye olma gibi bazı suçların soruşturulmasının, nitelik ve ağırlıkları dikkate alındığında, suç resmi görevlerle bağlantılı olarak veya resmi görevler sırasında işlenmiş olsa bile, doğrudan cumhuriyet savcıları tarafından normal hukuk kurallarına uygun olarak yürütüleceğini ifade etmiştir. Dolayısıyla bu tür ağır suçlar söz konusu olduğunda CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasının hükümleri geçerli olacak ve (Yargıtay üyeleri açısından 2797 sayılı Kanun gibi) belirli kanunlarda öngörülen özel soruşturma usulleri, suçüstü halinin olup olmamasına bakılmaksızın geçersiz olacaktır. Yargıtay, Alparslan Altan kararında, AİHM’in, tutuklu yargılanmanın CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrası açısından hukuka uygunluğu konusunu değerlendiremediğini belirtmiştir.

35. Yargıtay, yukarıda belirtilen hususlar ışığında, sanığın normal hukuk kurallarına uygun olarak soruşturulmasının, ilgili hukuki çerçeveye uygun olduğu, hukukun geniş ya da keyfi yorumlanması sonucu olmadığı ve \”hukuk kalitesi\” şartlarına uygun olduğu sonucuna varmıştır.

E.  Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı

1. Selim Öztürk kararı (başvuru no. 2017/4834, 8 Mayıs 2019)

36. Anayasa Mahkemesi 8 Mayıs 2019 tarihli kararında söz konusu zamanda 2802 sayılı Kanun’a tabi düz hâkim olarak görev yapan Selim Öztürk’ün 21 Temmuz 2016 tarihindeki tutukluluğunun hukuka uygun olmadığına ilişkin başvuruyu incelemiştir. Anayasa Mahkemesi’nin kararında yer verilen alıntıya göre Sayın Öztürk’ün tutukluluğuna, 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesine ya da suçüstü halinin bulunduğuna herhangi bir özel atıfta bulunmaksızın, Ankara Sulh Ceza Hâkimliği CMK’nın 100 ve 101. maddeleri uyarınca karar vermiştir. Buna karşın söz konusu kararın hukuka uygun olduğunu belirlen Anayasa Mahkemesi, ilgili hâkimin suçüstü halinde yakalandığını kabul etmenin olgular ve hukuk açısından mümkün olduğunu tespit etmiş ve bu bağlamda silahlı terör örgütüne üye olmakla suçlanan hâkim ve savcıların yakalandığı anda suçüstü halinin bulunduğuna yönelik Yargıtay’ın içtihatlarını ve kendisinin darbe girişimini bastırmaya yönelik çabalar devam ederken girişimin arkasındaki örgüte üyelikten dolayı gözaltına alındığı gerçeğini dikkate almıştır.

2. Yıldırım Turan kararı (Başvuru no. 2017/10536, 4 Haziran 2020)

37. Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 4 Haziran 2020 tarihinde, 2802 sayılı Kanun’a tabi düz hâkim olan Yıldırım Turan’ın darbe girişimi sonrasında FETÖ/PDY üyeliği şüphesiyle tutuklanmasına ilişkin davada kabul edilmezlik kararı vermiştir. Somut davadaki başvuranlar gibi söz konusu davadaki başvuran, diğer şeyler arasından, tutukluluk kararının, 2802 sayılı Kanun’da kendi durumundaki yargı mensuplarına sunulan özel usul güvenceleri dikkate alınmaksızın verildiğinden şikâyet etmiştir.

38. Anayasa Mahkemesi en başında bu konuyu hem yüksek mahkeme üyeleri (söz gelimi, Anayasa Mahkemesi üyesi Alparslan Altan, no. 2016/15586, 11 Ocak 2018, Yargıtay üyesi Salih Sönmez, no. 2016/25431, 28 Kasım 2018 ve Danıştay üyesi Hannan Yılbaşı, no. 2016/37380, 17 Temmuz 2019) hem de düz hâkimler (söz gelimi Adem Türkel, no. 2017/632, 23 Ocak 2019) açısından ele aldığı birçok karar verdiğini belirmiştir. İlgili hukuki çerçeveyi ve Yargıtay’ın içtihatlarını temel olan Anayasa Mahkemesi, tüm bu kararlarda söz konusu suçun (yani silahlı terör örgütü üyeliğinin) temadi olan kişisel suç olduğunu tespit etmiştir. Bu fiilen, yakalamanın gerçekleştiği zamanda suçun işlenmeye devam ettiği ve bu yüzden ilgili tüm davalarda ağır ceza mahkemelerinin yetki alanına giren suçüstü halinin bulunduğunu, bunun da söz konusu yargı mensuplarının tabi olduğu farklı kanunlarda öngörülen özel usul güvencelerini uygulanamaz hale getirdiği anlamına gelmektedir.

39. Anayasa Mahkemesi, 31 Ekim 2019 tarihinde verdiği diğer iki kararda (yani, Yargıtay üyesi A.B., no. 2016/22702 ve düz hâkim Mustafa Özterzi, no. 2016/14597), bu içtihadı pekiştirmiş ve yakalanan kişilerin, darbe girişiminin arkasında olan FETÖ/PDY ile örgütsel bir ilişkisinin olduğu değerlendirildiği için ve yakalamaların darbe girişimini püskürtme çabalarının devam ettiği ve ulusal güvenlik ve kamu düzenine yönelik tehdidin mevcudiyetinin sürdüğü bir anda gerçekleştiği için hüküm süren şartlarda suçüstü halinin bulunduğunda ilişkin değerlendirmenin, dayanaktan yoksun kabul edilemeyeceğini vurgulamıştır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi, darbe girişiminden sonra yakalanan yargı mensupları açısından suçüstü halinin bulunduğunu kabul ederken ana referans noktasının darbe girişiminin kendisi olduğunu tekrar etmiştir.

40. Anayasa Mahkemesi daha sonra AİHM’in Alparslan Altan (yukarıda anılan) davasında daha sonra vardığı sonuçlar temelinde, yerel mahkemeler tarafından suçüstü kavramının geniş yorumlanması bağlamında 5. maddenin 1. fıkrasının ihlal edildiğine karar verdiği Baş davasındaki (yukarıda anılan) kararı değerlendirmeye geçmiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, AİHM’in bu davadaki tespitleri, Sözleşme’nin uygulanmasına değil, ilgili Türk hukukunun yorumlanmasına ilişkin bir değerlendirme içeriyordu. AİHM’in kararlarının bağlayıcılığını kabul etmekte birlikte Anayasa Mahkemesi, yargı mensuplarının tutuklanmasına ilişkin iç hukuk hükümlerinin yorumlanmasının, Türk kamu makamlarına ve nihai olarak mahkemelerine ait bir yetki olduğunu vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi, Türk mahkemelerinin ulusal hukuka ilişkin yorumlarının Sözleşme’de güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ihlal edip etmediğini incelemek AİHM’in yetkisinde olmakla birlikte AİHM’in ulusal mahkemelerin yerine geçerek ulusal hukuku ilk elden yorumlamaması gerektiğini değerlendirmiştir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi yargı mensuplarının soruşturulmaları ve tutukluluk hallerine ilişkin ilgili üç hukuki çerçeveyi ve uygulamaları icmalen vermeyi yararlı görmüştür.

41. Anayasa Mahkemesi temel olarak ağır ceza mahkemelerinin yetki alanına giren suçüstü halinin bulunmasının, görev yaptıkları mahkemenin seviye ya da türüne bakılmaksızın tüm hâkim ve savcılara sağlanan usul güvencelerine istisna teşkil ettiğini kaydetmiştir. Bununla birlikte, kişisel ve görevle ilişkili suçlar arasında ayrımın, ilgili usul güvencelerinin uygulanması açısından önemsiz olduğu yüksek mahkeme üyeleri ve HSYK’nın seçilmiş yargı üyelerinin tabi olduğu yasal çerçevenin tersine, 2802 sayılı Kanun’un 93. maddesi anlamında düz hâkim ve savcıların işlediği \”kişisel suçlar,\” meslekleri gereği aynı kanunla kendilerine tanınan korumanın dışına çıkacaktır. Dolayısıyla bu tür suçlar bakımından alınan tedbirler, herhangi bir suçüstü hali olsun ya da olmasın normal hukuk kurallarına tabi olacaktır.

42. Dolayısıyla düz hâkim ya da savcının mevcut bağlamda tutukluluk halinin hukuka uygunluğunu değerlendirirken, söz konusu hâkim ya da savcıya atfedilen suçun, kişisel bir suç mu yoksa görevlerinin ifasıyla bağlantılı ya da görevlerini ifası sırasında işlenmiş bir suç mu olduğunun tespiti kritik önemde olacaktır. Darbe girişimi sonrasında Yargıtay’ın verdiği bir dizi kararı ve aynı döneme ilişkin kendi içtihatlarını temel alan Anayasa Mahkemesi, terör örgütüne üye olma suçunun, devlet görevlileri tarafından görevlerinin ifası kapsamında işlenemeyeceğini ve bu nedenle Sayın Yıldırım Turan aleyhine bir suç soruşturmasının başlatılmasının ve tutuklu yargılanmasının, bir idare makamının iznine tabi olmadığını tekrarlamıştır. Bu yüzden Sayın Yıldırım Turan’ın normal hukuk kuralları uyarınca yakalanmasına herhangi bir yasal engel olmadığını söylemiştir.

43. Anayasa Mahkemesi, bu durumda Sayın Yıldırım Turan yönünden 2802 sayılı Kanun’un 94. Maddesi anlamında ağır cezalık suçüstü halinin bulunup bulunmamasının yakalamanın kanuna uygunluğu bakımından bir önemi bulunmadığını, bunun yalnızca soruşturma işlemlerini yürütecek ve tutuklamaya karar verecek, yargı makamının yer bakımından yetkisi yönünden belirleyici olduğunu vurgulamıştır. Bu itibarla Anayasa Mahkemesi, Sayın Yıldırım Turan’ın özgürlükten yoksun bırakıldığı iddiasını, kanuni dayanaktan yoksun bularak reddetmiştir.

II. ULUSLARARASI BELGELER

44. Hükûmet, Bakanlar Komitesinin \”Hâkimlerin Bağımsızlığı, Etkinliği ve Sorumlulukları\” başlıklı ve 17 Kasım 2010 tarihinde kabul edilen CM/Rec(2010)12 sayılı Tavsiye Kararı’na işaret etmiştir. Söz konusu Tavsiye Kararı’nın ilgili kısımları, Alparslan Altan (yukarıda anılan, 65. paragraf) davasında kaydedilmiştir.

45. Hükûmet ayrıca Avrupa Hâkimleri İstişare Konseyi’nin (CCJE) 19 Kasım 2002 tarihli \”Etik, Uygunsuz Davranış ve Tarafsızlık Başta Olmak Üzere Hâkimlerin Mesleki Davranışlarına İlişkin İlke ve Kurallar\” hakkındaki 3 sayılı Görüşünü Mahkeme’nin dikkatine sunmuştur. Bu görüşün ilgili kısımları aşağıda verilmiştir:

\”75. Madde: Cezai ehliyet açısından CCJE şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

i) hâkimler, yargı görevleri dışında işledikleri suçlardan dolayı normal hukuk açısından cezai ehliyete sahip olmalıdır.\”

III. TÜRKİYE’NİN ASKIYA ALMA BİLDİRİMİ

46. Avrupa Konseyi nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi, 21 Temmuz 2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne aşağıdaki bir askıya alma bildirimini göndermiştir (askıya alma bildiriminin metni için bkz. Alparslan Altan davası, yukarıda anılan, 66. paragraf ya da Baş davası, yukarıda anılan, 109. paragraf).

47. Askıya alma bildirimi, olağanüstü halin bitmesinin ardından 8 Ağustos 2018 tarihinde geri çekilmiştir.

HUKUKSAL DEĞERLENDİRME

I. BAŞVURULARIN BİRLEŞTİRİLMESİ

48. Mahkeme, başvuruların konuları bakımından benzer olduklarını göz önünde bulundurarak, Mahkeme İçtüzüğü’nün 42. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, bunları tek bir kararda müştereken incelemeyi uygun görmektedir.

II. TÜRKİYE’NİN SÖZLEŞME’Yİ ASKIYA ALMASINA İLİŞKİN ÖNCELİKLİ MESELE

49. Hükûmet öncelikle, başvuranların bütün şikâyetlerinin, Sözleşme’nin 15. maddesi bağlamında, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne 15 Temmuz 2016 tarihinde tebliğ edilen askıya alma bildiriminin dikkate alınarak incelenmesi gerektiğini belirtmek istemektedir. 15. madde aşağıdaki gibidir:

\”1. Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla, bu Sözleşme’de öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir.

2. Yukarıdaki hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm hali dışında 2. maddeye, 3. ve 4. maddeler (1. fıkra) ile 7. maddeye aykırı tedbirlere cevaz vermez.

3. Aykırı tedbirler alma hakkını kullanan her Yüksek Sözleşmeci Taraf, alınan tedbirler ve bunları gerektiren nedenler hakkında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne tam bilgi verir. Bu Yüksek Sözleşmeci Taraf, sözü geçen tedbirlerin yürürlükten kalktığı ve Sözleşme hükümlerinin tekrar tamamen geçerli olduğu tarihi de Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirir.\”

50. Taraflar, Sözleşme’nin 15. maddesi uyarınca yapılan askıya alma bildirimi konusunda Alparslan Altan – Türkiye (yukarıda anılan, 68-70. paragraflar) ve Baş – Türkiye (Baş – Türkiye kararı, yukarıda anılan, 112-114. paragraflar) davalarında kaydedilenlere benzer beyanlarda bulunmuştur.

51. Mahkeme, Mehmet Hasan Altan – Türkiye (no. 13237/17, 93. paragraf, 20 Mart 2018) kararında, Anayasa Mahkemesi’nin bu hususa ilişkin tespitleri ve elindeki diğer tüm materyaller ışığında, askeri darbe girişiminin, Sözleşme anlamında \”ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlike\”nin varlığını ortaya koyduğunu kaydetmektedir. Mahkeme’nin re’sen ortaya atabileceği bir soru olan, Türkiye tarafından yükümlülüklerin askıya alınmasının zaman ve konu bakımından kapsamı ile ilgili olarak, başvuranların, olağanüstü hal ilan edilmesine neden olan bir olay olan darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra tutuklandığını gözlemlemektedir. Mahkeme, bunun şüphesiz somut davada Sözleşme’nin 5. maddesinin yorumlanmasında ve uygulanmasında tam olarak dikkate alınması gereken bağlamsal bir faktör olduğu kanaatindedir (bkz. bu davaya uygulanabildiği ölçüde, Hassan – Birleşik Krallık [BD], no. 29750/09, 103. paragraf, AİHM 2014 ve Alparslan Altan – Türkiye, yukarıda anılan, 75. paragraf).

52. Koşulların mevcut davada alınan tedbirleri kesin olarak gerektirip gerektirmediği ve bu tedbirlerin uluslararası hukuk kapsamında yer alan diğer yükümlülüklerle uyumlu olup olmadığı hususunda ise, Mahkeme, başvuranların şikâyetlerinin esasını incelemenin gerekli olduğu kanaatindedir (bkz. Baş – Türkiye, yukarıda anılan, 116. paragraf).

III. BAŞVURANLARIN TUTUKLULUĞUNUN HUKUKA UYGUNLUĞU BAKIMINDAN SÖZLEŞME’NİN 5. MADDESİNİN 1. FIKRASININ İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

53. Başvuranlar, temel olarak yargı mensuplarının yakalanması ve tutukluluğuna ilişkin iç hukuka aykırı olarak tutuklandıkları şikâyetinde bulunmuş ve 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesi ve 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesinin amaçları bakımından suçüstü hali bulunduğuna itiraz etmiştir. Başvuranlar ayrıca sulh ceza hâkimliklerinin tutuklanmalarına karar verme konusunda yargı yetkisinden yoksun olduğunu iddia etmiştir.

54. Mahkeme, bu şikâyetlerin, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası altında incelenmesinin uygun olduğunu değerlendirmektedir. Bu fıkranın ilgilinin kısımları aşağıda verilmiştir:

\”1. Herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir. Aşağıda belirtilen haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz.\”

A. Kabul edilebilirlik

1. Tarafların beyanları

55. Hükûmet, hukuksuz yere özgürlüğünden mahrum bırakılan kişilere tazminat verilmesini öngören CMK’nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinde bahsedilen ilgili tazmin edici iç hukuk yolunu kullanmamış başvuranlar ve söz konusu hüküm bağlamındaki yaptıkları başvuruların halen yerel mahkemelerde derdest olduğu başvuranlar bakımından iç hukuk yollarının tüketilmemesi yüzünden Mahkeme’den bu başvurunun kabul edilemez olduğuna hükmetmeye çağırmıştır. Hükûmet ayrıca başvuranlardan birine (başvuru no. 55057/17) beraatinin ardından CMK’nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) bendi uyarınca tazminat verildiğini ve dolayısıyla bu başvuranın mağduriyet sıfatının kalmadığını iddia etmiştir. Hükûmet’in görüşünce, tazminat talepleri yetkili mahkemelerde derdest olan diğer başvuranlar da benzer şekilde tazminat alabileceği ve mağdur sıfatını kaybedebileceği için Mahkeme, bu başvuranların şikâyetlerinin kabul edilebilirliğini incelerken bu durumu dikkate almak zorundadır. Hükûmet, son olarak, başvuranların başvurularının yapılmasının ardından davalarında meydana gelen gelişmelerden Mahkeme’yi haberdar etmediklerinden dolayı başvuru hakkının kötüye kullanıldığı gerekçesiyle başvuruların kabul edilemez olduğuna karar verilmesini talep etmiştir.

56. Başvuranlar, Hükûmet’in iddialarına itiraz etmiştir.

2. Mahkemenin değerlendirmesi

(a) İç hukuk yollarının tüketilmemesi

57. Mahkeme, Sözleşme’nin 35. maddesinin 1. fıkrası uyarınca iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralına ilişkin içtihatlarında geliştirdiği genel ilkelere atıfta bulunarak (söz gelimi bkz. Sargsyan – Azerbaycan [BD], no. 40167/06, 115-116. paragraflar, AİHM 2015) öncelikle devam eden özgürlükten yoksun kılmanın hukukiliği bakımından bir hukuk yolunun etkili olabilmesi için salıverilme olanağı sunması gerektiğini tekrarlamaktadır (bkz. Mustafa Avcı – Türkiye, no. 39322/12, 60. paragraf, 23 Mayıs 2017). Mahkeme bu bağlamda, CMK’nın 141. maddesiyle öngörülen başvuru yolunun, özgürlükten yoksun bırakmaya son verebilecek bir hukuk yolu olmadığını daha önce tespit etmiştir (söz gelimi bkz. Alparslan Altan, yukarıda anılan, 84. paragraf). Dolayısıyla, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası amaçlarına dönük olarak halen özgürlükten yoksun bırakılan başvuranlar açısından Hükûmet’in ilk itirazları reddedilmiştir.

58. İkinci olarak yargılama öncesi tutukluluk halleri devam etmeyen başvuranlar açısından Mahkeme, artık tutuklu olmayan bir başvuranın, iç hukuk ihlal edilerek tutukladığından şikâyet etmesi durumunda, iddia edilen ihlalin kabulüne ve tazminat verilmesine yol açabilme kabiliyeti olan bir tazminat talebi ilkesel olarak, uygulamada etkinliğinin tatmin edici şekilde gösterilmesi halinde uygulanması gereken bir etkili iç hukuk yolu olduğunu hatırlatmaktadır (bkz. Selahattin Demirtaş – Türkiye (no. 2) [BD], no. 14305/17, 208. paragraf, 22 Aralık 2020).

59. Hükûmet, başvuranların tutukluluklarının hukuka uygunluğuna Anayasa Mahkemesi de dahil olmak üzere çeşitli iç hukuk makamları huzurunda itiraz ettikleri ve bu başvuruların hiçbirinde tutukluluklarının hukuka aykırılığının tespit edilmediği gerçeğine itiraz etmemektedir (bkz. yukarıdaki 27. paragraf). Dahası Hükûmet tarafından yerel mahkemelerin mevcut bağlamda \”suçüstü\” kavramını yorumlamasına ilişkin sağlanan içtihat örnekleri su götürmez şekilde, başvuranların hâkim ve savcıların tutukluluklarına ilişkin uygulanabilir hukuktaki özel usuller yerine normal hukuk kurallarına uygun olarak tutuklanmasının, ülkenin en yüksek mahkemelerince ilgili iç hukuka uygun bulunduğunu ortaya koymaktadır (bkz. aşağıdaki 32-43. paragraflarda alıntılanan içtihatlar).

60. Mahkeme yukarıdaki hususlar ışığında CMK’nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi uyarınca yapılacak bir tazminat talebinin, başvuranların tutukluluklarının hukuka aykırılığı konusunda Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca yapmış oldukları başvuru açısından herhangi bir başarı imkânı olmadığını değerlendirmektedir. Bu doğrultuda, Mahkeme, başvuranların Sözleşme’nin 35. maddesinin 1. fıkrasının amaçlarına yönelik olarak söz konusu telafi edici hukuk yolunu kullanmak zorunda olmadığı kanaatindedir (benzer bir tespit için bkz. Baş kararı, yukarıda anılan, 121. paragraf ve Sabuncu ve Diğerleri – Türkiye kararı, no. 23199/17, 126. paragraf, 10 Kasım 2020). Mahkeme bu nedenle, Hükûmet’in bu konudaki itirazını reddetmektedir.

(b) Mağdur sıfatı

61. Mahkeme, 55057/17 sayılı başvurudaki başvuranın CMK’nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) bendi uyarınca kendisine tazminat verilmesi üzerine mağdur sıfatını kaybedip kaybetmediği sorusu hakkında ise, ulusal makamlar açıkça ya da esas itibarıyla Sözleşme ihlalini kabul edip telafi etmedikçe, lehe bir karar veya tedbirin ilke olarak, başvuranların Sözleşme’nin 34. maddesinin anlamındaki \”mağdur\” sıfatını ortadan kaldırmaya yeterli olmadığına yönelik tutarlı ve istikrar kazanmış içtihadına işaret etmektedir (bkz. diğer kararlar arasında, Gäfgen – Almanya kararı [BD], no. 22978/05, 115. paragraf, AİHM 2010 ve yukarıda anılan Alparslan Altan kararı, 85. paragraf).

62. Mahkeme, bu bağlamda söz konusu tazminatın başvuranın beraati üzerine verildiğini ve başvuranın tutukluluğunun hukuka aykırılığına yönelik herhangi bir tespit içermediğini kaydetmektedir. Nitekim CMK’nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) bendinin lafzı, \”hukuka uygun olarak\” yakalandıktan ya da tutuklandıktan sonra beraat edenlere söz konusu hüküm uyarınca tazminat verileceğini gayet açık şekilde belirmektedir. Bu nedenle ve yerel mahkemelerin mevcut bağlamda \”hukuka uygunluk\” konusunda tutarlı yaklaşımlarına ilişkin yukarıdaki 59. paragrafta yapılan değerlendirme de dikkate alındığında, başvurana verilen tazminat, özgürlük hakkının ihlali iddiasının kabulü ve başvuranın mağdur sıfatını kaybetmesi olarak değerlendiremez. Mahkeme bu nedenle, hem 55057/17 sayılı başvuruya hem de bu arada aynı nedenle tazminat atmış diğer başvuranlara nispetle Hükûmet’in bu itirazını reddetmektedir.

(c)           Başvuru hakkının kötüye kullanılması

63. Mahkeme, Sözleşme’nin 35. maddesinin 3. fıkrasının (a) bendi uyarınca, bir başvurunun, diğer hususların yanı sıra, kasıtlı olarak asılsız olaylara dayandırılması halinde, kötüye kullanma nedeniyle reddedilebileceğini hatırlatmaktadır (bkz. X ve Diğerleri – Bulgaristan kararı [BD], no. 22457/16, 145. paragraf, 2 Şubat 2021). Eksik ve dolayısıyla yanıltıcı bilgiler verilmesi de, özellikle söz konusu bilgilerin davanın temeliyle ilgili olması ve bu bilgilerin paylaşılmamasına dair yeterli bir açıklamanın sunulmamış olması halinde, başvuru hakkının kötüye kullanılması anlamına gelebilir (söz gelimi bkz. Predescu – Romanya kararı, no. 21447/03, 25. paragraf, 2 Aralık 2008 ). Yine Mahkeme önündeki yargılama sırasında yeni ve önemli gelişmeler meydana gelmişse ve başvuran Mahkeme İçtüzüğü’nün 47. maddesinin 6. fıkrasında yer alan açık yükümlülüğe rağmen, bu bilgiyi Mahkeme’ye açıklamamak suretiyle Mahkeme’nin olaylar hakkında tam bir bilgiye sahip olarak karar vermesini engelliyorsa, bu durum da başvuru hakkının kötüye kullanılması anlamına gelmektedir. Ancak böyle durumlarda dahi, Mahkeme’yi yanıltmaya yönelik niyetin her zaman yeterli açıklıkla ortaya koyulması gerekmektedir (bkz. Centro Europa 7 S.r.l. ve Di Stefano – İtalya kararı [BD], no. 38433/09, 97. paragraf, AİHM 2012).

64. Yukarıda belirtilen ilkeler ışığında dava dosyalarını ve tarafların beyanlarını inceleyen Mahkeme, başvuranların kasıtlı şekilde Mahkeme’yi yanıltmaya yönelik herhangi bir bilgiyi sakladıklarına ya da söz konusu şikâyetleri bakımından dilekçe haklarını kötüye kullandıklarına yönelik herhangi bir belirti bulamamıştır. Dolayısıyla, Hükûmet’in bu konudaki iddiası reddedilmelidir.

(d) Sonuç

65. Mahkeme bu yüzden, başvuranların tutukluluklarının hukuka uygunluğuna ilişkin şikâyetinin açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve Sözleşme’nin 35. maddesinde belirtilen başka herhangi bir gerekçeyle de kabul edilemez olarak ilan edilemeyeceğini kaydetmektedir. Bu nedenle, bu şikâyet kabul edilebilir ilan edilmelidir.

B. Esas

1. Tarafların beyanları

(a) Başvuranlar

66. Başvuranlar, yargı mensuplarının yakalanması ve tutukluluğuna ilişkin iç hukukta belirtilen özel usul kurallarına aykırı olarak tutuklandıklarını iddia etmiştir.

67. Tutuklandıklarında 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na tabi olan başvuranlar (yani düz hâkim ve savcılar) tarafından serdedilen görüşler, Baş davasında kaydedilen görüşlerle büyük ölçüde aynı çizgidedir (yukarıda anılan, 133-135. paragraflar).

68. Söz konusu zamanda Yargıtay ve Danıştay üyesi olan diğer başvuranlar ise temel olarak kendilerinin durumuna ilişkin hükümler uyarınca (yani 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesi ve 2575 sayılı Kanun’un 76. maddesi) aleyhlerine bir ceza soruşturması açılabilmesi için ilkesel olarak söz konusu Başkanlık Kurullarından izin alınması gerektiğini kaydetmektedir. Söz konusu başvuranlar, ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hallerinde hazırlık ve ön soruşturmanın genel hukuk hükümlerine göre yürütüleceğini kabul etmekle birlikte tutukluluklarının suçüstü hali içerdiğine yönelik tespite itiraz etmişlerdir. Dolayısıyla Mahkemeden Alparslan Altan kararında (yukarıda anılan) benimsediği yaklaşımı takip etmesini talep etmişlerdir. Başvuranların bazıları, Türk hukukunda silahlı örgüte üyelik suçunun \”temadi olan\” niteliği konusunda şüphe olmadığını, ancak son Yargıtay kararlarında bu tür suçlarla \”suçüstü hali\” kavramı arasında kurulan bağın son derece zoraki ve hatta hukuksuz olduğunu vurgulamıştır.

69. Başvuranların bazıları, üzerlerine atılı suçun söz konusu terör örgütünün talimatlarıyla gerçekleştirdiklerinin iddia edildiği eylemlere ilişkin olduğunun söylendiği dikkate alınacak olursa, söz konusu suçun yalnızca resmi görevlerinin ifasıyla ilişkili biçimde işlenebileceğini ilave etmiştir.

(b) Hükûmet

70. Hükûmet büyük oranda ilgili olduğu kadarıyla Alparslan Altan ve Baş (her ikisi de yukarıda anılan, sırasıyla 92-98. paragraflar ve 136-141. paragraflar) davalarında dile getirdiği görüşleri tekrarlamış ve Mahkeme’nin söz konusu davalardaki tespitlerine aykırı olarak, başvuranların tutukluluklarının ilgili iç hukuk kurallarına uygun olduğunu iddia etmiştir.

71. Hükûmet başlangıçta soruşturmaların, suçüstü hali olduğu mülahazasıyla CMK’nın genel hükümlerine göre başvuranların aleyhine soruşturma başlatıldığını ve tutukluluk kararı verildiğini belirtmiştir. Hükûmet özellikle, 2797 sayılı Kanun ile 2575 sayılı Kanun Yargıtay ve Danıştay üyeleri hakkında ceza soruşturması yürütülmesi için özel bir usul getirmişse de, ağır ceza mahkemelerinin görevine giren suçüstü hallerinde, soruşturmanın genel hukuk hükümleri doğrultusunda yürütüleceğini ve koruma tedbirlerine hükmedilebileceğini açıklamıştır. Düz hâkim ve savcılara ilişkin olan 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesinin de benzer şekilde ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren suçüstü hallerinde normal hukuk kurallarının uygulanacağını öngörmektedir.

72. Hükûmet somut davalarda başvuranların aleyhine yürütülen soruşturmanın, ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin 2. fıkrası uyarınca silahlı terör örgütüne üyelik şüphesiyle açıldığını kaydetmiştir. Hükûmet ayrıca silahlı terör örgütüne üyelik suçunun \”temadi olan\” niteliği dikkate alındığında, sulh ceza hâkimliklerinin, başvuranların yakalandıkları anda suçüstü halinin bulunduğunu tespit ettiğini ve dolayısıyla 2797, 2575 ve 2802 sayılı Kanun’ların ilgili hükümleri uyarınca, normal hukuk kuralları (yani CMK’nın 100. maddesi ve devamı) uyarınca tutuklanmalarına karar verdiğini kaydetmiştir. Başvuranların yaptığı bireysel başvuruları değerlendiren Anayasa Mahkemesi de başvuranların soruşturmayı yürüten makamların değerlendirmesinin (bu kişilere atılı terör örgütü üyeliği suçu bakımından suçüstü hali bulunduğu) olgusal ve hukuksal dayanaktan yoksun olduğu ve dolayısıyla keyfi olduğu şeklindeki iddiasını reddetmiştir. Hükûmet dolayısıyla Mahkemenin çözüme kavuşturması gereken temel konunun, başvuranlara atılı suç bakımından \”suçüstü halinin\” olup olmadığı değerlendirmesinde bulunmuştur.

73. İç hukukta öngörülen hukuki kavramları ve bunların kapsamını yorumlama görevinin, yerel yargı makamlarına ait olduğunu kaydeden Hükûmet, söz konusu sulh ceza hâkimliklerinin kararlarının, Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına uygun olduğunu iddia etmiştir. Hükûmet bu bağlamda, silahlı terör örgütü üyeliği suçunun ağır ceza mahkemelerinin görevine giren bir \”temadi olan suç\” olduğu yönündeki yerleşik Yargıtay içtihadına atıfta bulunmuştur. Hükûmet ayrıca, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 10 Ekim 2017 tarihli önemli kararında (E.2017/YYB-997, K.2017/404), \”silahlı terör örgütüne üye olma suçundan şüpheli konumunda bulunan hâkimlerin yakalandıkları anda ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü halinin mevcut olduğu ve [bu nedenle] soruşturmanın genel hükümlere göre yapılması gerektiği\” yönünde ulaştığı sonuca atıfta da bulunmuştur (bkz. Alparslan Altan, yukarıda anılan, 63. paragraf; benzer bir tespit için ayrıca bkz. 26 Eylül 2017 tarihli Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı (E.2017/16-956, K.2017/370), yukarıda anılan Baş kararında kaydedilmiştir, 88. paragraf). Hükûmet bu bakımdan Yargıtay’ın konu hakkında içtihadının, 15 Temmuz 2016 sonrası döneme ait olmadığını, nitekim mahkemenin söz konusu davalardan önceki tarihlerde açılan ve FETÖ/PDY dışındaki terör örgütlerine üyelik suçuna ilişkin davalarda benzer şekilde \”temadi olan suç\” ve \”suçüstü hali\” kavramlarını yorumladığını vurgulamıştır. Hükûmet bu yüzden bu kavramların mevcut bağlama uygulanmasının, keyfi olarak kabul edilebilecek yeni bir yargısal yorum içemediğini savunmuştur.

74. Hükûmet ayrıca 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında tutuklanan yargı mensupları bakımından \”suçüstü halinin\” mevcut olduğunu kabul eden Anayasa Mahkemesi’nin, söz konusu hâkimlerin darbe girişimini püskürtme çalışmalarının devam ettiği bir anda yakalanmış olduğu olgusunu dikkate alarak, terör örgütü üyeliği suçunun temadi olan niteliğinden ziyade darbe girişiminin kendisini ana referans noktası olarak aldığını vurgulamıştır.

75. İlgili uluslararası belgelere (bkz. yukarıdaki 44-45. paragraflar) atıfta bulunan Hükûmet, hâkim ve savcıların yargı mesleği dışında işledikleri suçlar karşısında diğer vatandaşlar gibi cezai ehliyetinin olduğunu da kaydetmiştir. Hükûmet bu bağlamda, başvuranların itham edildiği suçun, yani silahlı terör örgütü üyeliğinin, kişisel bir suç olduğunu ve resmi görevler ile bağlantılı olarak veya bu görevler sırasında işlenen bir suç olarak değerlendirilemeyeceğini ileri sürmüştür. Hükûmet bu argümanı desteklemek için, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 28 Eylül 2010 yılında aldığı ve davalının da itham edildiği silahlı terör örgütüne üyelik suçunun resmi görevler ile bağlantılı olarak veya resmi görevler sırasında işlenen bir suç olarak ele alınmadığı kararına (E.2010/162K.210/179) atıfta bulunmuştur (bu karar konusunda ek bilgi için bkz. yukarıda anılan Baş kararı, 137. paragraf).‑

76. Hükûmet, Yargıtay ve Danıştay üyelerine ilişkin olan 2797 ve 2575 sayılı Kanun’ların ve Mahkeme’nin Alparslan Altan kararında (yukarıda anılan, 49. paragraf ve 106-107. paragraflar) özetlediği üzere Anayasa Mahkemesi üyelerine ilişkin olan 6216 sayılı Kanun’un, kişisel suçlar ile resmi sıfatla işlenen suçlar arasında ayrım yapmadığını ve yukarıda belirtildiği üzere suçüstü hali olması durumu hariç, ilgili kanunlarda öngörülen özel usullerin her iki durumda da geçerli olacağını kabul etmiştir. Bununla birlikte 93. madde uyarınca kişisel suçların normal hukuk kurallarına uygun olarak ele alınacağını öngören 2802 sayılı Kanun’un hükümlerine tabi olan düz hâkim ve savcılar bakımından durum farklıdır. Bu bakımdan Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin aldığı pozisyonları (söz gelimi bkz. yukarıda anılan Baş kararı 137. paragrafta ve yukarıda anılan Alparslan Altan kararı 94. paragrafta ilgili mahkemelerin içtihatlarına yapılan atıflar; ayrıca bkz. yukarıdaki 32-43. paragraflarda kaydedilen kararlar) temel alan Hükûmet bu yüzden, Mahkeme’nin mevcut davada düz hâkim ve savcılar açısından suçüstü halinin bulunmadığına hükmedecek olması halinde bile bu hâkim ve savcıların tutuklulukları 2802 sayılı Kanun’un 93. maddesi anlamında onları atılı suçun \”kişisel\” niteliğinden dolayı normal hukuk kurallarına tabi olacağını savunmuştur. Bu yüzden Hükûmet, Mahkeme’nin Baş kararında (yukarıda anılan) daha önceki Alparslan Altan kararında (yukarıda anılan) vardığı sonuçlara dayanarak düz hâkim ve savcılara tanınan güvencelerle Anayasa Mahkemesi üyelerine tanınan güvenceler arasında açık ayrımı dikkate almamasının hatalı olduğu öne sürmüştür.

77. Hükûmet ayrıca bu bağlamda HSYK’nın 16 Temmuz 2016 tarihinde ve sonrasında verdiği bu hâkim ve savcılara görevden el çektirme kararlarının, görevleriyle ilişkili bir suç yüzünden ceza soruşturması açılmasına izin anlamına gelmediğini, bu kararların Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından re’sen başlatılan ceza soruşturmalarının ardından HSYK’nın açtığı disiplin soruşturmalarına ilişkin olduğunu vurgulamıştır.

78. Hükûmet son olarak, suç resmi görevlerle bağlantılı olarak veya resmi görevler sırasında işlenmiş olsa bile başvuranlara atılı silahlı terör örgütüne üyelik suçu dâhil olmak üzere belirli suçlara ilişkin soruşturmaların doğrudan savcı tarafından genel hükümler uyarınca yapılmasını öngören CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasının dikkate alınması gerektiğini ileri sürmüştür. Başka bir deyişle 161. maddenin 8. fıkrası, çeşitli kanunlarla hâkim ve savcılara sağlanan özel usul güvencelerinin uygulanmasını engelleyecektir.

2. Mahkemenin değerlendirmesi

79. Mahkeme başlangıçta Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca özgürlük ve güvenlik hakkı konusundaki içtihatlarında yerleşmiş ilkelere atıfta bulunmaktadır (söz gelimi bkz. Alparslan Altan kararı, yukarıda anılan, 99-103. paragraflar ve Baş kararı, yukarıda anılan, 143. paragraf ve bu kararlarda atıfta bulunulan davalar).

80. Mahkeme özellikle \”kanunla öngörülen bir usulün\” izlenip izlenmediği sorusunu da kapsayan tutuklamanın \”hukuka uygunluğu\” söz konusu olduğunda, Sözleşme’nin temel olarak ulusal hukuka işaret ettiğini ve buradaki esasa ve usule ilişkin kurullara riayet etme yükümlülüğü getirdiğini tekrarlamaktadır. Bu esasen, herhangi bir yakalama ya da tutuklamanın ulusal hukukta yasal bir temelinin bulunmasını gerektirir. Ancak ulusal hukuka uygunluk yeterli değildir: 5. maddenin 1. fıkrası ilave olarak, herhangi bir özgürlükten yoksun kılmanın, bireyi keyfilikten koruma amacını izlemesini de gerektirir. Bu bağlamda Mahkeme ayrıca, iç hukukun kendisinin, hukuki belirlilik ilkesi başta olmak üzere orada açıklanan ya da kastedilen genel ilkeler de dâhil olmak üzere Sözleşme’yle uyumlu olup olmadığını saptamalıdır (bkz. Mooren – Almanya kararı [BD], no. 11364/03, 72. paragraf, 9 Temmuz 2009, ek atıflarla birlikte).

81. Bu son hususla ilgili olarak, Mahkeme, özgürlükten yoksun bırakma konusunda, hukuki belirlilik genel ilkesine riayet edilmesinin özellikle önemli olduğunun altını çizmektedir. Bu nedenle, iç hukuktaki özgürlükten yoksun bırakma şartlarının açıkça tanımlanması ve böylelikle Sözleşme tarafından konulan ve tüm kanunların, bir kişinin, gerekirse uygun bir tavsiye ile belirli bir eylemin yol açabileceği sonuçları o koşullar içinde makul olan derecede öngörebilmesine izin verecek kadar belirli olmasını gerektiren bir standart olan \”hukuka uygunluk\” ölçütünü karşılayabilmesi için kanunun kendisinin, uygulanması bakımından öngörülebilir olması zaruridir (söz gelimi bkz. Khlaifia ve Diğerleri – İtalya kararı [BD], no. 16483/12, 92. paragraf, 15 Aralık 2016 ve orada atıfta bulunulan davalar).

82. Mahkeme, birçok kez, hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette temel bir değer olan yargının teminatı olarak görevlerini yerine getirirken başarılı olması için halkın güvenine sahip olması gereken yargının toplumdaki özel rolünü vurgulamıştır (bkz. Baka – Macaristan kararı [BD], no. 20261/12, 164. paragraf, 23 Haziran 2016, daha fazla atıfla birlikte). Özellikle hâkimlerin ifade özgürlüğü hakkına ilişkin davalarda ortaya konulan bu değerlendirme, aynı şekilde, bir yargı mensubunun özgürlük hakkını etkileyen bir tedbirin kabul edilmesi bakımından konuyla ilgilidir. Özellikle, iç hukukun yargı mensuplarına görevlerini bağımsız bir şekilde yerine getirmelerini güvence altına almak amacıyla hukuki koruma vermesi halinde, bu tür düzenlemelere uygun bir şekilde riayet edilmesi önemlidir. Demokratik bir toplumda yargının devlet organları arasındaki önde gelen yeri, güçler ayrılığına ve yargı bağımsızlığını korumanın gerekliliğine atfedilen artan önem dikkate alındığında (bkz. Ramos Nunes de Carvalho e Sá – Portekiz kararı [BD], no. 55391/13 ve diğer 2 başvuru, 196. paragraf, 6 Kasım 2018) Mahkeme, bir tutuklama kararının nasıl uygulandığını Sözleşme hükümlerinin bakış açısıyla incelerken, yargı mensuplarının korunmasına özellikle dikkat göstermelidir (bkz. Alparslan Altan, yukarıda anılan, 102. paragraf ve Baş kararı, yukarıda anılan, 144. paragraf).

83. Somut davanın spesifik koşullarına dönen Mahkeme, başvuranların tümünün normal hukuk kurallarına, yani CMK’nın 100. madde ve devamına dayanılarak yakalanıp tutuklandığını kaydetmektedir ve taraflar bu konuya itiraz etmemektedir. Ancak taraflar (olayların meydana geldiği zamanda özel statüye sahip hâkim ve savcılar olarak görev yapan) başvuranların olağan hukuk kuralları uyarınca karar verilen ilk tutukluluklarının, \”kanunun kalitesi\” şartını yerine getirmiş olduğunun söylenip söylenemeyeceği konusunda ihtilaf etmektedir. Düz hâkim ve savcılarla yüksek mahkeme üyeleri açısından farklı yasal düzenlemelerin bulunması nedeniyle Mahkeme, bu soruyu her bir grup için ayrı ayrı ele alacaktır.

(a) 2802 sayılı Kanun’a tabi düz hâkim ve savcılar

84. Yukarıda belirtildiği üzere Mahkeme söz konusu zamanda hâkim ve savcılar olarak statülerinden kaynaklanan özel usul güvencelerine rağmen başvuranların, 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesi uyarınca suçüstü halinde yakalandıkları kabul edilerek normal hukuk kuralları uyarınca tutuklandıkları kaydetmektedir. Mahkeme ayrıca 2802 sayılı Kanun’a tabi düz bir hâkimin tutukluluğuna ilişkin spesifik bağlamda \”suçüstü\” kavramının uygulanmasının, Baş kararında 5. Maddenin 1. fıkrasının ihlaline yol açtığının tespit edildiğini ve bu kararda Mahkeme’nin bu kavramın ulusal mahkemeler tarafından geniş şekilde yorumlanmasının, Sözleşme’nin şartlarına uygun olmadığına hükmettiğini (yukarıda anılan, 145-162. paragraflar) kaydetmektedir. Tarafların beyanlarını ve Yargıtay’la Anayasa Mahkemesi’nin bu konu hakkındaki son kararlarını (bkz. yukarıdaki 32-43. paragraflar) gözden geçiren Mahkeme, Baş davasında (yukarıda anılan, 145-162. paragraflar) ulaştığı sonuçları değiştirmek için herhangi bir neden görmemektedir.

85. Hükûmet’in de vurguladığı üzere Mahkeme, mevcut koşullarda \”suçüstü halinin\” bulunduğunu kabul eden Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’dan biraz farklı bir yaklaşım benimsediğini kaydetmektedir (Yargıtay’ın yaklaşımının ayrıntılı incelemesi için bkz. Baş kararı, yukarıda anılan, 150-156. paragraflar). Başka bir deyişle Anayasa Mahkemesi, söz konusu yargı mensuplarının yakalandığı olgusal bağlam açısından, sadece terör örgütü üyeliği suçunun temadi olan niteliğine dayanmaktan ziyade ana referans noktası olarak darbe girişimini almıştır (bkz. yukarıdaki 39. paragraf; ayrıca bkz. Hükûmet’in yukarıdaki 74. paragrafta belirtilen argümanı). Anayasa Mahkemesi’ne göre başvuranlar ve darbe girişimi sonrasında yakalanan tüm yargı mensupları, sadece darbe girişiminin arkasındaki terör örgütüyle olduğu iddia edilen örgütsel bağlarından dolayı suçüstü halinde yakalanmış kabul edilebilir. Mahkeme, başvuranların yakalanmasının etrafındaki benzersiz koşulların farkında olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin varsayımsal yaklaşımının benzer şekilde \”suçüstü\” kavramını CMK’nın 2. maddesindeki geleneksel tanımının ötesine esnetir göründüğünü (bkz. Baş kararı, yukarıda anılan, 59. ve 152. paragraflar) değerlendirmekte, özellikle Anayasa Mahkemesi ya da Hükûmet’in, başvuranların darbe girişimiyle doğrudan bağlantılı bir eylemi yerine getirirken ya da yerine getirdikten hemen sonra yakalanıp tutuklandığına yönelik bir teyitte bulunmadığını kaydetmektedir (benzer bir tespit için bkz. adı geçen karar, 149. ve 152. paragraflar).

86. Mahkeme ayrıca Hükûmet’in, söz konusu başvuranların normal hukuk kuralları uyarınca tutukluluklarının sadece suçüstü haline dayanmadığı, aynı zamanda üzerlerine atılı suçun 2802 sayılı Kanun’un 93. maddesi kapsamındaki kişisel suç olması yüzünden söz konusu madde uyarınca da gerekçelendirildiği şeklindeki argümanını da kaydetmektedir. Baş davasında (adı geçen karar, 158. paragraf) belirtildiği üzere başvuranların iddia olunan davranışının hangi suç kategorisine girdiğini belirleme görevi Mahkeme’ye ait değildir. Dolayısıyla Mahkeme incelemesini, ilgili kanunun, mevcut şartlarda hukuki belirlilik gerekliliklerine uygun bir tarzda uygulanıp uygulanmadığıyla sınırlı tutacaktır (adı geçen karar, 158. paragraf).

87. Mahkeme bu bağlamda başvuranlara yönelik çıkarılan tutuklama kararlarında, uyuşmazlık konusu olan suçun \”kişisel\” ya da \”görevle ilişkili\” niteliği konusunda herhangi bir pozisyon alınmamış ve sadece Kanun’un her iki türdeki suç açısından uygulanabilir olan 94. maddesine atıfta bulunulmuş olduğunu gözlemlemektedir. Baş kararında (adı geçen karar) açıkça ifade edildiği üzere Mahkeme, suçüstü halinin bulunmasını, başvuranların ilgili hukuk çerçevesinde kendilerine sağlanan güvencelerden mahrum bırakılmasında belirleyici olduğunu değerlendirmektedir. Mahkeme ayrıca tutuklama kararlarında 94. maddeye açık atıf bulunmadığı başvurularda bile, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu içtihadından açıkça anlaşıldığı üzere bir yargı mensubunun silahlı terör örgütü üyeliğinden yakalanması halinde 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesi anlamında \”ağır ceza mahkemelerinin görevine giren suçüstü hali\” şartlarının, bu yargı mensubuna atılı silahlı terör örgütü üyeliği suçunun temadi olan niteliği bakımından, yakalama anında gerçekleştiği kabul edileceğini kaydetmektedir (söz gelimi bkz. Baş kararında atıfta bulunulan belli başlı Yargıtay kararları, yukarıda anılan, 88. ve 150. paragraflar ve yukarıdaki 73. paragraf; ayrıca bkz. yukarıdaki 36. paragrafta kaydedilen Anayasa Mahkemesi kararı, bu kararda mahkeme tutuklama kararında 94. maddeye açık bir atıf olmadığı ya da böyle bir durumun tanınmadığı halde bile \”suçüstü\” halinin bulunduğunu onaylamıştır). Hükûmet ayrıca değerlendirmelerinde başvuranların tutukluluğunun, suçüstü halinde yakalanmaları hasebiyle CMK’nın genel hükümlerine uygun şekilde yürütüldüğünü kabul etmiştir (yukarıdaki 71-72. paragraflar).

88. Bu yüzden Mahkeme, 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesinin anlamında \”suçüstü\” haline ilişkin tespitin, söz konusu tutuklamanın hukuka uygunluğu konusuna herhangi bir etki yapmaksızın, sadece tutuklamaya karar veren mahkemenin yer bakımından yetkisini belirlemek açısından öngörülebilir şekilde yerinde değerlendirilebileceği konusunda tatmin olmamıştır (bkz. Baş kararı, yukarıda anılan, 158. paragraf).

89. Mahkeme ayrıca Yargıtay’ın dile getirdiği (bkz. yukarıdaki 32-35. paragraflar) ve Hükûmet’in görüşlerinde tekrarladığı (bkz. yukarıdaki 78. paragraf), 2802 sayılı Kanun’da öngörülen özel usulün, her halükarda başvuranların davaları açısından geçerli olmayacağı, çünkü başvuranlara yönelik soruşturmanın, suçun kişisel olarak ya da resmi görevle bağlantılı olarak işlenip işlenmemesine ya da bu kişilerin suçüstü halinde yakalanıp yakalanmamasına bakmaksızın, CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrası sebebiyle cumhuriyet savcıları tarafından doğrudan yürütüleceği şeklindeki argümanı da kaydetmektedir. Mahkeme bu bakımdan 2802 sayılı Kanun ile CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasının ilgili hükümleri arasındaki etkileşimin ve 161. maddenin 8. fıkrasının yargı mensuplarına karşı uygulanabilecek önleyici tedbirler üzerindeki etkisinin, mevcut bağlamda belirsizliğini koruduğunu değerlendirmekte ve özellikle 161. maddenin 8. fıkrasının sadece bir suç soruşturmasını yürütmekten sorumlu makamın belirlenmesiyle ilişkili görüldüğünü kaydetmektedir. Mahkeme ayrıca önündeki belgelerden, 161. maddenin 8. fıkrası uyarınca öne sürülen bu argümanın, Anayasa Mahkemesi tarafından desteklenmediğini gözlemlemektedir (bkz. yukarıdaki 37-43. paragraflar). Bu durumda Mahkeme söz konusu hükmü, başvuranların tutukluluğunun Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca hukuka uygun olup olmadığını belirleme açısından dikkate almayabilir.

90. Mahkeme, Hükûmet’in de görüşlerinde belirttiği üzere, iç hukukun yorumlanması ve uygulanmasından asli olarak ulusal makamların, özellikle de mahkemelerin sorumlu olduğunu tekrarlamaktadır. Buna karşın Mahkeme, bu hukukun yorumlanma ve uygulanma şeklinin, Sözleşme’nin ilkeleriyle tutarlı sonuçlar üretip üretmediğini belirleme görevinin nihayetinde Mahkeme’ye ait olduğunu da tekrarlamaktadır (söz gelimi bkz. Guðmundur Andri Ástráðsson – İzlanda kararı [BD], no. 26374/18, 250. paragraf, 1 Aralık 2020 ve bu kararda atıfta bulunulan davalar). Hükûmet’in haklı biçimde işaret ettiği gibi 2802 sayılı Kanun uyarınca sağlanan yargısal koruma, cezasızlık anlamına gelmemektedir. Bunun ışığında, hukukun üstünlüğüne saygı gösteren demokratik hukuk devletinde yargının önemi ve bu tür bir yargısal korumanın hâkimlere kendi şahsi menfaatleri için değil, bağımsız biçimde görevlerini yerine getirmelerini temin etmek için verildiği gerçeği dikkat alınacak olursa, bir yargı mensubunun özgürlüğünden mahrum bırakıldığı bir durumunda hukuki belirlilik şartları çok daha önemli hale gelmektedir (bkz. Baş kararı, yukarıda anılan, 158. paragraf).

91. Yukarıdaki hususları ve Baş kararındaki görüşlerini dikkate alan Mahkeme, 2802 sayılı Kanun’a tabi başvuranların tutukluluğunun, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının anlamı dahilinde kanun tarafından öngörülen bir usul uyarınca gerçekleştiği sonucuna varamamaktadır. Dahası, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı Mahkeme, söz konusu tedbirin, durumun gereklerince sıkı sıkıya zorunlu kılındığının söylenemeyeceğini değerlendirmektedir (adı geçen karar, 159-162. paragraflar).

92. Dolayısıyla, tutuklandıklarında 2802 sayılı Kanun’a tabi düz hâkim ve savcılar olan başvuranların tutukluluğunun hukuka aykırılığı nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlali söz konusudur.

(b) 2797 ve 2575 sayılı Kanun’lara tabi Yargıtay ve Danıştay üyeleri

93. Mahkeme, Yargıtay üyelerinin tabi olduğu ve Danıştay üyeleri açısından da geçerli olan 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesi uyarınca, bu yüksek mahkeme hâkimlerine yönelik bir soruşturmanın açılması, ilgili Başkanlık Kurullarının kararına tabi olduğunu, bunun istinasının ağır ceza mahkemelerinin görevine giren suçüstü halinin, normal hukuk kurallarının uygulanmasını gerektirmesi olduğunu kaydetmektedir.

94. Mahkeme, yukarıda anılan hukuki çerçevenin, Alparslan Altan davasında (yukarıda anılan, 49. paragraf) belirtildiği üzere Anayasa Mahkemesi üyeleri açısından geçerli olan çerçeveye benzer olduğunu gözlemlemektedir. Mahkeme ayrıca söz konusu dava olduğu üzere, mevcut başvuranların tutukluluğunun, yargı makamlarının, suçüstü halinde yakalandıkları tespiti nedeniyle normal hukuk kurallarına uygun olarak gerçekleştirildiğini de gözlemlemektedir.

95. Mahkeme, \”suçüstü\” kavramının yaygın şekilde uygulanmasının, daha önce bahsedilen Alparslan Altan davasında (adı geçen karar, 104-115. paragraflar) 5. Maddenin 1. fıkrasının ihlaliyle sonuçlandığını kaydetmektedir. Önündeki belge ve bilgileri ve yukarıdaki 85. ve 89-90. paragraflardaki argümanı ilgili olduğu kadarıyla gözden geçiren Mahkeme, Alparslan Altın kararında (yukarıda anılan) ulaştığı sonuçları değiştirmek için herhangi bir neden görmemektedir. Dolayısıyla Mahkeme, tutuklandıkları anda Yargıtay ve Danıştay üyesi olan başvuranların benzer şekilde, 5. maddenin 1. fıkrasında emredilen kanunla öngörülen bir usule uygun olarak özgürlüklerinden mahrum bırakılmadıklarını tespit etmektedir. Dahası, bu başvuranların tutuklanması kararının, durumun gereklerince sıkı sıkıya zorunlu kılındığı söylenemez (adı geçen karar, 116-119. paragraflar).

96. Dolayısıyla, tutuklandıklarında 2797 ve 2575 sayılı Kanun’lara tabi Yargıtay ve Danıştay üyeleri olan başvuranların tutukluluğunun hukuka aykırılığı nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlali söz konusudur.

IV. SÖZLEŞME’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİA EDİLEN DİĞER MADDELERİ

97. Başvuranların bazıları Sözleşme’nin 5. Maddesinin 1. fıkrasının (c) bendi ve 3. fıkrası uyarınca, üzerlerine atılı suç işlediklerine yönelik makul şüphe olmadan tutuklandıklarından, tutukluluk kararlarında ilgili ve yeterli gerekçe yer almadığından ve tutukluluk sürelerinin aşırı uzun olduğundan da şikâyet etmiştir. Bazı başvuranlar 5. maddenin 4. fıkrası uyarınca yerel mahkemelerin tutuklulukları hakkında yürüttükleri incelemelerinin, bazı usul güvencelerine uygun olmadığını ve/veya 5. maddenin 5. fıkrası uyarınca 5. madde kapsamındaki haklarının iddia olunan ihlali için tazminat almalarına imkân veren etkili iç hukuk yolu bulunmadığını da öne sürmüştür. (Başvuranların dile getirdiği şikâyetlerin tam listesi için bkz. Altun – Türkiye (no. 60065/16) davası ve 545 diğer davadaki 17 Mayıs 2019 tarihli tebligat raporu.)

98. Mahkeme yukarıdaki paragraflarda başvuranların tutukluluğunun, kanunla öngörülmüş şekilde olduğunu, bunun da hukukun üstünlüğü temel ilkesine ve 5. maddenin her bireyi keyfilikten koruma amacına aykırı olduğunu tespit etmiştir. 5. maddeyle getirilen korumanın özüne dokunan ve Sözleşme tarafından güvence altına alınan temel hakların ihlaline yol açan, bu tespitin önem ve içerimlerini ve Türkiye’deki darbe girişiminin ardından gerçekleşen tutuklamalar konusunda Mahkeme’nin önünde biriken ve Mahkeme’nin sınırlı kaynaklarına muazzam yük bindiren binlerce benzer başvuruyu dikkate alan Mahkeme, yargı politikası konusu olarak bu zorlayıcı koşullarda, 5. madde kapsamında başvuranların bireysel olarak yaptıkları şikâyetlerin her birinin kabul edilebilirlik ve esaslarını ayrı ayrı incelemekten vazgeçmenin haklı görülebileceğini değerlendirmektedir. Mahkeme ayrıca bu bağlamda her bir başvuranın dile getirdiği geriye kalan şikâyetlerin bireysel olarak incelenmesinin, bu davaların görülmesini önemli ölçüde geciktireceğini ve bunun başvuranlara orantılı faydasının ya da içtihadın geliştirilmesine katkısının olmayacağını da vurgulamaktadır. Mahkeme ayrıca bu şikâyetlerin gündeme getirdiği hukuki sorunları daha önce büyük oranda ele aldığını da kaydetmektedir (özellikle bkz. Selahattin Demirtaş (no 2), Alparslan Altan ve Baş kararları, tümü yukarıda anılan; Atilla Taş – Türkiye kararı, no. 72/17, 19 Ocak 2021). İşte tam bu istisnai bağlamda, sürekli artan başvuru akışının tehdidi altında olan (bu davaya uygulanabildiği ölçüde bkz. Burmych ve Diğerleri – Ukrayna kararı (kayıttan düşürme) [BD], no. 46852/13 vd., 111., 119 ve sonraki, 157. ve 210. paragraflar, 12 Ekim 2017) Sözleşme sisteminin uzun dönemli etkinliğini sürdürme şeklindeki üstün kamu yararıyla hareket eden Mahkeme, başvuranların 5. madde kapsamındaki geriye kalan şikâyetlerini incelememeye karar vermektedir.

V. SÖZLEŞME’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA

99. Sözleşme’nin 41 maddesi şunu öngörmektedir:

\”Eğer Mahkeme bu Sözleşme ve Protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlalin sonuçlarını ancak kısmen ortadan kaldırabiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, zarar gören taraf lehine adil bir tazmin verilmesine hükmeder.\”

100. Başvuranlar, 5. madde kapsamındaki haklarının ihlali iddiası için maddi olmayan hasar için değişen tutarlarda tazminat talebinde bulunmuştur. Başvuranların çoğu aynı zamanda temel olarak ihraçlarından kaynaklanan kazanç kayıpları için ve yerel mahkemeler ve Mahkeme önünde oluşan masraf ve giderleri karşılığında maddi tazminat da talep etmiştir.

101. Hükûmet, başvuranların taleplerinin aşırı ve dayanaksız olduğunu değerlendirmiştir.

A. İlgili genel ilkeler

102. Mahkeme başlangıçta Sözleşme’nin 41. maddesinin Mahkeme’yi uygun gördüğü tazminatın mağdur tarafa ödenmesini emretmeye yetkilendirdiğini tekrar etmektedir (bkz. Karácsony ve Diğerleri – Macaristan kararı [BD], no. 42461/13 ve 44357/13, 179. paragraf, 17 Mayıs 2016).

103. Bununla birlikte Mahkeme, 41. madde uyarınca rolünü, hukuk davası tarafları arasında hatanın ve tazminatın tespitinde yerel haksız fiil mekanizmasına benzer şekilde hareket etmek olmadığını da tekrarlamaktadır (bkz. Al Jedda – Birleşik Krallık kararı [BD], no. 27021/08, 114. paragraf, AİHM 2011). Mahkeme, Sözleşmeye imza koyan Devletlerin rızasına bağlı olan uluslararası bir yargı makamıdır ve ana görevi, başvuranların zararlarını inceden inceye ve kapsamlı olarak telafi etmekten ziyade insan haklarına saygıyı güvence altına almaktır. Mahkeme’nin faaliyetleri, ulusal yargı çevrelerinin tersine, Avrupa çapında insan hakları standartlarını belirleyen kamusal kararlar vermeye odaklanmaktadır (bkz. bu davaya uygulanabildiği ölçüde Goncharova ve diğer \”Ayrıcalıklı Emekliler\” – Rusya kararları, no. 23113/08 ve 68 diğer karar, 22. paragraf, 15 Ekim 2009 ve Nosov ve Diğerleri – Rusya kararı, no. 9117/04 ve 10441/04, 68. paragraf, 20 Şubat 2014). Dolayısıyla başvuranlara adil tazmin yoluyla ödenecek para tutarlarının belirlenmesi, Mahkeme’nin ana görevlerinden biri değildir; bu, Mahkeme’nin Sözleşme’nin 19. maddesi uyarınca Devletlerin Sözleşme’den kaynaklanan yükümlülüklerine riayetini sağlama görevi bakımından ikincil derecededir (söz gelimi bkz. Nagmetov – Rusya kararı [BD], no. 35589/08, 64. paragraf, 30 Mart 2017).

104. Mahkeme ayrıca \”adil\” sıfatı ve \”gereğince\” ibaresiyle teyit edildiği üzere, 41. maddenin kendisine tanıdığı yetkileri kullanmada belirli bir takdir yetkisine sahip olduğunu kaydetmektedir (söz gelimi bkz. Arvanitaki-Roboti ve Diğerleri – Yunanistan kararı [BD], no. 27278/03, 32. paragraf, 15 Şubat 2008). Bu takdir yetkisinin kullanılması, parasal tazminatın verilmemesi ya da verilen tazminatın azaltılması gibi kararları içermektedir (bkz. Arvanitaki-Roboti ve Diğerleri – Yunanistan kararı [BD], no. 27278/03, 32. paragraf, 15 Şubat 2008). Mahkeme’nin bu bağlamda yol gösterici ilkesi, hakkaniyettir; bu ilke her şeyin ötesinde esneklik ve sadece başvuranın pozisyonunu değil, aynı zamanda ihlalin meydana geldiği genel bağlam da dahil olmak üzere davanın tüm şartlarında neyin adil, eşit ve makul olduğunun nesnel bir değerlendirmesini içerir (bkz. Varnava ve Diğerleri – Türkiye kararı [BD], no. 16064/90 ve 8 diğer karar, 224. paragraf, AİHM 2009 ve Al-Jedda, yukarıda anılan, 114. paragraf).

B. Bu ilkelerin somut davanın şartlarına uygulanması

105. Başvuranların ihraçlarından sonra uğradıkları kazanç kaybından kaynaklanan madde tazminat talepleri bakımından Mahkeme, mevcut kararın başvuranların tutukluluk halleriyle ilişkili olduğunu, onların hâkimlik ya da savcılık görevinden ihraçlarıyla ilgili olmadığını gözlemlemektedir. Dolayısıyla Mahkeme, tespit edilen ihlal ile ileri sürülen maddi zarar arasında herhangi bir nedensellik ilişkisi fark edememiştir ve bu nedenle bu bağlamdaki talepleri reddetmiştir (benzer bir tespit için bkz. Alparslan Altan kararı, yukarıda anılan, 154. paragraf ve Baş kararı, yukarıda anılan, 289. paragraf).

106. Başvuranların manevi tazminat ve masraf ve giderlere yönelik talepleri konusunda Mahkeme, hakkaniyetle karar vermeyi ve yukarıda anılan genel ilkelerin yanı sıra huzurundaki belgeler, içtihatları, somut davada incelenen hukuki sorunların tekrarlanan niteliği ve önünde derdest benzer davaları dikkate alarak bu bağlamda genel ve tek tip bir değerlendirme yapmayı uygun görmektedir. Bu yüzden Mahkeme, başvuranların her birine manevi tazminat ve masraf ve giderleri olarak bu miktarlara yansıtılabilecek vergiler hariç olmak üzere 5.000 avro ödenmesini makul bulmuştur.

107. Mahkeme, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın kısa vadeli kredilere uyguladığı marjinal faiz oranına üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın uygun olduğunu değerlendirmektedir.

BU GEREKÇELERLE, MAHKEME,

1.  Oy birliğiyle başvuruların birleştirilmesine;

2. Oy birliğiyle başvuranların ilk tutukluluklarının hukuka uygunluğu bakımından Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası uyarınca yapılan başvurunun kabul edilir olarak beyan edilmesine;

3.  Oy birliğiyle, tutuklandıklarında düz hâkim ve savcılar olan başvuranların ilk tutukluluğunun hukuka aykırılığı nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiğine;

4. Oy birliğiyle, tutuklandıklarında Yargıtay ya da Danıştay üyesi olan başvuranların ilk tutukluluğunun hukuka aykırılığı nedeniyle Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiğine;

5.  Bire karşı altı oyla, Sözleşme’nin 5. maddesi kapsamında başvuranların yaptığı diğer şikâyetlerin kabul edilebilirliği ve esasına ilişkin olarak ayrı bir inceleme yapılmasına gerek olmadığına;

6. Oy birliğiyle

a. davalı Devletin başvuranların her birine, manevi zararı ve masraf ve giderler karşılığında, Sözleşme’nin 44. maddesinin 2. fıkrası uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içerisinde, ödeme tarihinde geçerli olan döviz kuru üzerinden davalı Devletin para birimine çevrilmek üzere, her türlü vergiden hariç olarak 5.000 € (beş bin avro) ödemesine;

b.  yukarıda bahsi geçen üç aylık sürenin bittiği tarihten itibaren ödeme gününe kadar geçen sürede, yukarıda anılan miktara, Avrupa Merkez Bankası’nın söz konusu dönem için geçerli olan marjinal faiz oranına üç puan eklenmek suretiyle elde edilecek oran üzerinden basit faiz uygulanmasına;

Oy birliğiyle, başvuranların adil tazmine ilişkin diğer taleplerinin reddedilmesine karar vermiştir.

AYM & AİHM Başvuru – Hukuki Yardım

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde herhangi bir mağduriyete veya hak kaybına uğramamak için gerekli başvuruların zamanında ve usulüne uygun yapılması büyük önem arz etmektedir. Bu süreçte, alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Alanında yetkin Kayseri Avukat kadrosu ve 15 yılı aşkın deneyimi ile Zülküf Arslan Hukuk Büromuz, savunma hakkını ve hak arama özgürlüğünü temin ederek Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde taraflara hukuki yardım sunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvuru yapmak ve süreci takip etmek için bir avukat arıyorsanız 15 yılı aşkın deneyimi ile avukat kadromuzdan dava süreci, hukuki statünüz, haklarınız ile başvuru ücret ve masrafları konusunda ön bilgi alabilir; detaylı bilgi ve tüm sorularınız için bizimle iletişime geçebilir veya yüz yüze görüşmek için Zülküf Arslan Hukuk Büromuzu ziyaret edebilirsiniz.


Google


Facebook


Twitter


Instagram


\"Kayseri