
Belediyede Çalıştırılan Taşeron İşçilerin Olağanüstü Hal Kapsamında İrtibat ve İltisak Gerekçesiyle İşten Çıkarılması
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Onat ve Diğerleri / Türkiye Davası
İkinci Bölüm – Karar
İrtibat ve İltisak Gerekçesiyle Taşeron İşçilerin İşten Çıkarılması: Madde 6 § 1 (medeni hukuk yönünden) • Adil yargılanma • Olağanüstü hal ilan edildikten sonra, çeşitli belediye yetkilileri tarafından taşeron olarak çalıştırılan özel şirketler tarafından istihdam edilen işçilerin, yasadışı yapılarla bağlantılı oldukları gerekçesiyle işten çıkarılmalarına ilişkin yargısal denetimin yetersiz olması • İlgili kanun hükmünde kararname, bireylerin işten çıkarılmalarını takiben yerel mahkemeler tarafından yürütülen yargısal denetime herhangi bir kısıtlama getirmemiştir • Yerel mahkemelerin, işten çıkarılmaları bağlamında başvuranlar aleyhinde devam eden veya tamamlanmış ceza yargılamalarının içeriğini ve ilgisini değerlendirmemesi
Madde 6 § 2 • İş mahkemelerinin, başvuranlar aleyhinde devam eden veya tamamlanmış ceza yargılamalarının varlığının, söz konusu varsayılan bağlantılara dayanarak iş sözleşmelerinin feshedilmesi için geçerli gerekçeler oluşturabileceği yönündeki kararıyla masumiyet karinesi ihlal edilmemiştir
Onat ve Diğerleri / Türkiye davasında,
Daire hâlinde toplanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (İkinci Bölüm),
Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine yedi Türk vatandaşı (başvuranlar) tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM veya Mahkeme), İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Sözleşme’nin (Sözleşme) 34. maddesi uyarınca, tabloda yer verilen çeşitli tarihlerde yapmış olduğu başvuruları (61590/19; 23504/20; 23505/20; 23786/20; 25016/20; 26550/20 ve 29728/20);
Tüm başvurular açısından Sözleşme’nin 6 §§ 1 ve 2 maddesine ve 26650/20 no.lu başvurudaki başvuran dışındaki tüm başvuranlar açısından Sözleşme’nin 8. maddesine ilişkin şikâyetlerin Türk Hükümetine (Hükümet) bildirilmesi ve başvuruların geri kalanının kabul edilemez olduğunun beyan edilmesi kararını;
ve tarafların beyanlarını dikkate alarak;
4 Mart 2025 tarihinde yapılan kapalı müzakereler sonucunda,
Aynı tarihte kabul edilen aşağıdaki kararı vermiştir:
Giriş
Dava, olağanüstü hal ilanının ardından başvuranların, Türkiye’nin güney doğusundaki çeşitli belediye yetkililerinin taşeronluğunu yaptığı farklı özel şirketler tarafından işçi olarak istihdam edilmelerine son verilmesi ve ardından iş mahkemeleri tarafından işten çıkarılmalarının yargısal denetime tabi tutulmasına ilişkindir. Başvuranların tümü, Sözleşme’nin 6 §§ 1 ve 2. maddelerinin – ve altıncı başvuran hariç olmak üzere – 8. maddesinin ihlal edildiğinden şikâyetçi olmuşlardır.
Olaylar
Hükümet kendi görevlisi olan Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi eski Başkanı Hacı Ali Açıkgül tarafından temsil edilmiştir.
Dava konusu olaylar; taraflarca belirtildiği üzere ve taraflarca ibraz edilen belgelerden anlaşılacağı şekilde aşağıdaki gibi özetlenebilir.
Arka Plan Bilgileri
Türkiye’nin Güney Doğusunda 2015 Yılında Gerçekleşen Olaylar
Hükümet, 2015 yazından itibaren Türk güvenlik güçleri ile silahlı terör grupları arasında yaşanan ve “hendek olayları” olarak bilinen çatışmaların tırmanışa geçmesinin somut davanın genel bağlamıyla ilgili olduğu kanaatindedir. “Kürt sorununa” kalıcı ve barışçıl bir çözüm bulmak amacıyla 2012 yılının sonlarında başlatılan barış süreci sayesinde nispeten sakin geçen bir dönemin ardından, 2015 yazında PKK (Kürdistan İşçi Partisi) ile bağlantılı yasadışı silahlı grupların çatışmaları yoğunlaştırması nedeniyle Türkiye’nin güney doğusundaki güvenlik durumu kötüleşmiştir. Bu silahlı gruplar, silahlı saldırılar gerçekleştirmenin yanı sıra, bölgede sosyal hayatı ve kamu düzenini bozmak için, bazıları patlayıcı yerleştirilmiş hendekler kazmak ve bazı mahallelerde barikatlarla yolları kapatmak gibi başka yollara da başvurmuşlardır (bk. Elçi / Türkiye (k.k.), no. 63129/15, § 4, 29 Ocak 2015 ve Selahattin Demirtaş / Türkiye (no. 2) [BD], no. 14305/17, §§ 28-41, 22 Aralık 2020). Hükümete göre, PKK belediyelere sızmış ve seçilmiş belediye başkanları aracılığıyla bu belediyelerin lojistik ve mali kaynaklarını yasadışı faaliyetleri için kullanmıştır. Örnek olarak Hükümet, ölen PKK üyelerinin yakınlarının bu belediyelerde istihdam edildiğini; belediyelerin gençlik ve kadın merkezlerinin örgüte eleman bulmak için kullanıldığını; belediye fonlarının PKK’yı finanse etmek için kullanıldığını ve belediye hizmet araçlarının bombalı saldırılarda ve yasadışı örgütün diğer lojistik ihtiyaçları için kullanıldığını kaydetmiştir.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi
15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve olağanüstü hal ilanı Yüksel Yalçınkaya / Türkiye ([BD], no. 15669/20, §§ 10-17, 26 Eylül 2023) kararında özetlenmiştir. Olağanüstü hal 21 Temmuz 2016’dan 18 Temmuz 2018 tarihine kadar yürürlükte kalmıştır.
Olağanüstü hal süresince Bakanlar Kurulu çeşitli kanun hükmünde kararnameler çıkarmıştır. Bu kararnamelerden biri olan ve 23 Temmuz 2016 tarihli Resmi Gazete yayımlanan 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (bk. Pişkin / Türkiye, no. 33399/18, § 33, 15 Aralık 2020), bir bakanlığa bağlı tüm kurumlarda terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara, üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen her türlü personelin kamu görevinden çıkarılması şart koşulmuştur.
Başvuranların İşten Çıkarılması ve Yerel Mahkemelerdeki İşe İade Davaları
23 Temmuz 2016 tarihli 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin yürürlüğe girmesinin ardından, kamu kurumları güvenlik değerlendirmeleri yaparak özel taşeron şirketlerden terör örgütüne üye, mensubiyeti, iltisaklı ya da irtibatlı olduğunu düşündükleri çalışanların işten çıkarılmasını talep etmiştir.
Sonuç olarak, çeşitli tarihlerde, başvuranları istihdam eden özel taşeron şirketler, başvuranlara tebligatta bulunarak ivedilikle geçerli olmak üzere işlerine son vermişlerdir.
Başvuranlar, işlerine iade edilmeleri talebiyle iş mahkemelerince dava açmışlardır. Başvuranlar, işten çıkarılmalarının 4857 sayılı İş Kanunu anlamında geçerli gerekçelere dayanmadığını ve Kanun’da belirtilen usul hükümlerine uyulmadığını ileri sürmüşlerdir. Başvuranlar bu nedenle, işlerine iadelerini ve dört aylık maaşlarına eşdeğer bir tazminat talep etmişlerdir. Başvuranlar işverenlerinin kendilerini işlerine iade edilmemelerine karar vermesi halinde, kendilerine sekiz aylık maaşlarına eşdeğer bir tazminat ödenmesi gerektiğini de eklemişlerdir.
Yargılamalar sırasında iş mahkemeleri taşeron temin eden özel sektör kuruluşlarından ve belediye işverenlerinden başvuranların sözleşmelerinin feshine ilişkin belgeleri talep etmiş ve Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP) aracılığıyla ilgili kamu kurumlarından başvuranların işten çıkarılmasını haklı kılabilecek bir ceza soruşturması ve kovuşturması olup olmadığına ilişkin bilgi talep ederek re’sen bir soruşturma yürütmüştür. İş mahkemeleri, toplanan bilgilere dayanarak Ek II’de belirtilen tarihlerde davaların reddine karar vermiştir. İş mahkemesi sadece başvuran Doham Onat’ın (başvuru no. 61590/19) davasında başvuranı herhangi bir terör propagandası yaparken görmediklerini ifade eden tanıkları dinlemiş, ancak söz konusu iş mahkemesi tarafından bu tanıkların ifadelerine ilişkin ayrı bir değerlendirme yapılmamıştır.
İş mahkemelerinin gerekçelerinde yer alan ortak unsurlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. Öncelikle, iş mahkemeleri uyuşmazlığın konusunun 4857 sayılı İş Kanunu’na tabi olduğunu, ancak 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin yasadışı yapılara mensup veya iltisaklı olduğu düşünülen çalışanların derhal işten çıkarılmasını öngören hükümlerinin, özellikle “şüphenin varlığı” temelinde, iş ilişkisinin sona erdirilmesi için geçerli gerekçeler oluşturduğuna karar vermiştir. Bu bağlamda yerel mahkemeler, söz konusu Kanun Hükmünde Kararname ile öngörülen tedbirlerin olağanüstü halin bir gereği olduğunu ve başta FETÖ/PDY (Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması) olmak üzere PKK, DAEŞ, DHKP/C (Halkın Devrimci Kurtuluş Partisi/Cephesi) ve ulusal güvenliğe tehdit oluşturan diğer örgütler gibi terör yapılarının kamu kurumlarındaki varlığını ortadan kaldırmayı amaçladığını değerlendirmiştir. Bu nedenle, 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname istihdamın feshi eylemini “terör örgütü üyeliği” suçundan hüküm giymiş kişilerle sınırlandırmamış, ayrıca bağlantının bu tür yasadışı yapılara iltisaklı olmayı veya bunlarla irtibat halinde olmayı gerektirmesini de yeterli görmüştür. İş mahkemeleri ayrıca, bu tür bir bağ veya bağlantının sübuta ermesinin gerekmediğini ve işverenin böyle bir sonuca varmasının yeterli olduğunu değerlendirmiştir. İş mahkemelerine göre işverenler söz konusu çalışanın bir suç işleyip işlemediğine dair bir değerlendirme yapılmaksızın bu sonuca varmakta serbestti.
İş mahkemeleri, başvuranların işten çıkarılmalarına ilişkin bireysel değerlendirmeler ve terör örgütlerine veya yapılarına üyelikleri, mensubiyetleri, iltisakı veya bunlarla irtibatı olduğu şüphesini doğuran objektif gerekçelerin bulunup bulunmadığına ilişkin olarak aşağıdaki sonuca varmıştır.
Doham Onat tarafından başlatılan yargılamalarda (Başvuru no. 61590/19) iş mahkemesi, Onat’ın 2003 yılında yasadışı bir örgüt adına faaliyet yürütmekle bağlantılı olarak gözaltına alınıp tutuklandığını ve herhangi bir suçlama olmaksızın serbest bırakıldığını kaydetmiştir. 2010 yılında halkı oy kullanmaktan caydırmak için tehditler savurduğu gerekçesiyle başvuran hakkında soruşturma açılmış ancak delil yetersizliği nedeniyle hakkında herhangi bir suç isnadında bulunulmamıştır. İş mahkemesi son olarak, başvuranın PKK sözde lideri lehine slogan attığı iddiasıyla polis tarafından gözaltına alındığını ancak Cumhuriyet Savcısı tarafından serbest bırakıldığını kaydetmiştir.
Muhittin Duymak tarafından başlatılan yargılamalarda (Başvuru no. 23504/20), iş mahkemesi, Duymak’ın silahlı terör örgütüne üye olma suçlamasıyla ceza mahkemesinde yargılandığını ve işvereninin Duymak’ı terör örgütüyle irtibat veya iltisak şüphesi nedeniyle işten çıkarmasının makul olduğunu kaydetmiştir. İş mahkemesi kararında, yukarıda anılan başvuran aleyhindeki ceza yargılamalarının tarihini ve niteliğini belirtmemiştir. Hükümet, başvuranın 10 Ocak 2012 tarihinde böyle bir örgüte üye olmak suçundan yargılandığını ve Malatya Ağır Ceza Mahkemesinin kendisini bu suçtan mahkûm ederek altı yıl on ay hapis cezasına çarptırdığını belirtmiştir. Hükümet görüşlerini sunduğu sırada, mahkûmiyet kararının henüz kesinleşmediğini belirtmişlerdir. Hükümet ayrıca, 31 Mayıs 2016 tarihinde silahlı bir örgüte üye olduğu iddiasıyla başvuran hakkında bir soruşturma başlatıldığını ancak 23 Ocak 2018 tarihinde, bu soruşturmadan sorumlu Cumhuriyet Savcısının başvuran hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verdiğini belirtmiştir.
Zülküf Özoğul tarafından başlatılan yargılamalarda (Başvuru no. 23505/20), söz konusu iş mahkemesinin kararından, 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye dayanılarak işten çıkarılmasını haklı bulmuştur çünkü kedisi 2012 yılında bir soruşturma kapsamında terör örgütü lehine propaganda yapmakla suçlanmıştır. Daha sonra, 8 Temmuz 2012 tarihinde ceza mahkemesi, bir denetim süresine tabi olarak kovuşturmanın ertelenmesine karar vermiştir.
Kenan Yıldırım tarafından başlatılan yargılamalarda (Başvuru no. 23786/20), iş mahkemesi, tarih belirtmeksizin, Yıldırım’ın silahlı örgüt üyeliği suçlamasının temelini teşkil eden eylemleri gerçekleştirmediği gerekçesiyle ceza mahkemesi tarafından beraat ettirildiğini kaydetmiştir. Bölge Adliye (İş) Mahkemesi bu bulguyu onamış ve bu durumun 4857 sayılı İş Kanunu ve 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname anlamında geçerli bir gerekçe teşkil ettiğini kaydetmiştir. Hükümet görüşlerinde, başvuranın 7 Kasım 2017 tarihli bir iddianameye dayanan yargılamada 14 Nisan 2018 tarihinde beraat ettiğini kaydetmiştir.
Abdullah Bilen tarafından başlatılan yargılamalarda (Başvuru no. 25016/20), iş mahkemesi Bilen’in bir ceza mahkemesi tarafından suç örgütü lehine propaganda yapmaktan yargılandığını kaydetmiştir. İş mahkemesine göre, başvuranın hakkında derdest olan ceza yargılamalarının olması, işvereninin kendisini bir terör örgütüyle bağlantılı veya iltisaklı olduğu şüphesiyle işten çıkarmış olması için yeterli bir gerekçe teşkil etmiştir. Hükümet görüşlerinde, iş mahkemesi tarafından başvuran aleyhinde yürütülen ceza yargılamasının 3 Nisan 2018 tarihinde hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararıyla sona erdirildiğini belirtmiştir. Ayrıca Hükümet, başvuranın daha önce de uyuşturucu kullanmakla suçlandığını ve bu yargılamaların da 14 Ocak 2016 tarihinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasıyla sona erdiğini kaydetmiştir.
Ahmet İlaslan tarafından başlatılan yargılamalarda (başvuru no. 26550/20) iş mahkemesi, İlaslan’ın 16 Eylül 2015 tarihinde gerçekleşen ve diğer katılımcılarla birlikte PKK lehine slogan attığı ve belediyeye ait cenaze aracını kullanırken pankart açtığı iddia edilen bir teröristin cenaze töreniyle bağlantılı olarak soruşturulduğunu kaydetmiştir. Cumhuriyet Savcısı, başvuranın eylemlerinin suç unsurlarını oluşturmadığını ve ayrıca herhangi bir şiddet eyleminde bulunmadığını veya şiddeti veya direnişi teşvik etmediğini belirterek, başvuran hakkında cenaze törenine katılımı nedeniyle kovuşturma yapılmamasına karar vermiştir. İş mahkemesi, başvuranın işten çıkarılmasını talep eden belediyenin bu olaylar nedeniyle güven ve sadakat ihlaline dayandığını ve bunun işten çıkarma için geçerli bir gerekçe oluşturabileceğini kaydetmiştir.
Abdullah Bekis tarafından başlatılan yargılamalarda (başvuru no. 29728/20), iş mahkemesi dava dosyasında başvuranın PKK lehine propaganda yaptığı ve bu tür yasadışı yapılarla bağlantılı olduğu iddiasıyla başka bir kamu kurumu tarafından hakkında 11 Şubat 2017 tarihinde yapılan suç duyurusuna ilişkin belge ve bilgilerin yer aldığını belirterek ve hakkında verilen kararın geçerli gerekçelere dayandığını tespit ederek, başvuranın işten çıkarılmasını onamıştır. İş mahkemesinin kararında bu ceza yargılamaların nasıl sona erdiğine ilişkin herhangi bir ayrıntı yer almamaktadır. Bununla birlikte, Hükümet görüşlerinde, başvuranın 14 Temmuz 2017 tarihinde terör örgütü lehine propaganda yapmaktan mahkûm edildiğini ancak Ağır Ceza Mahkemesinin hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verdiğini belirtmiştir.
Başvuranlar çeşitli tarihlerde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunarak, diğer hususların yanı sıra, adil yargılanma haklarının, masumiyet karinesi haklarının ve -başvuran Ahmet İlaslan hariç olmak üzere- özel hayata saygı haklarının ihlal edildiğinden şikâyetçi olmuşlardır. Başvuranlar, tamamen Devlet yetkilileri tarafından varılan sonuçlara dayanılarak bir terör örgütünün üyesi olarak gösterildiklerini ileri sürmüşlerdir. İş mahkemeleri de, bu makamların değerlendirmelerini gerçek bir incelemeye tabi tutmaksızın kabul etmiş ve 677 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin amaçları bakımından yeterli bulmuştur. Özel hayatlarına saygı haklarının ihlal edildiğinden şikâyetçi olan başvuranlar, Kanun Hükmünde Kararname’ye dayanılarak işlerinden çıkarılmalarının ömür boyu kamu hizmetinde çalışma yasağı getirdiğini ve sosyal güvenlik kayıtlarında olağanüstü hal kararnamesi uyarınca işten çıkarılmalarına dair özel bir ihraç kodunun yer almasının itibarları üzerinde damgalayıcı bir etki yaratarak özel sektörde iş bulmalarını engellediğini ileri sürmüşlerdir.
Çeşitli tarihlerde Anayasa Mahkemesi başvuruları hüküm hulasası yoluyla reddetmiştir. Bu hususta Anayasa Mahkemesi, başvuranların şikâyetlerini adil yargılanma hakkı ve çalışma hakkı ışığında incelemek üzere yeniden sınıflandırmıştır. Anayasa Mahkemesi, adil yargılanma hakkına ilişkin olan şikâyetlerin açıkça dayanaktan yoksun olması ve çalışma hakkına ilişkin şikâyetlerin konu bakımından (ratione materiae) Anayasa hükümlerine aykırı olması nedeniyle bu şikâyetleri kabul edilemez beyan etmiştir.
Bazı Başvuranlar Tarafından Açılan Tazminat Davaları
Hükümet, görüşlerinde, başvuranlar Doham Onat, Muhittin Duymak ve Kenan Yıldırım’ın, sözleşmelerinin geçerli gerekçelerle feshedilmesinin ardından, işverenlerinden kıdem ve hizmet süresi tazminatı talep etmek amacıyla yargılama başlattıklarını belirtmiştir. Hükümet, bu başvuranlardan ilk ikisinin durumunda, arabuluculuk çabalarının başarısız olduğunu ve diğer başvuranın doğrudan iş mahkemelerinde yargılamalar başlattığını kaydetmiştir.
Her halükarda Hükümet, iş mahkemelerinin başvuranların taleplerini kabul ettiğini kaydetmiştir. Doham Onat ile ilgili yargılamalar kesinleşmiş olup iş sözleşmesinin geçerli gerekçelerle feshedilmesiyle bağlantılı olarak kıdem tazminatı, hizmet süresi tazminatı ve diğer haklar için toplamda 37.089 Türk Lirası almıştır. Diğer iki başvuranla ilgili yargılama, Hükümetin ilgili görüşlerini sunduğu sırada, bölge adliye (iş) mahkemeleri önünde derdesttir.
İlgili Yasal Çerçeve ve Uygulama
Yasal Çerçeve
Türk Anayasası, 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun ilgili hükümleri Pişkin kararında (yukarıda anılan, §§ 32-37) yer almaktadır.
Türk işçi mevzuatı, devlet memurlarının statüsünü düzenleyen kurallar hariç olmak üzere, bir iş sözleşmesinin 4857 sayılı İş Kanunu’nda belirtildiği şekilde “geçerli gerekçeler” veya “haklı gerekçeler” ile feshedilebileceğini öngörmektedir. İş sözleşmesinin geçerli gerekçelerle feshedilmesi durumunda, eski çalışan kıdem tazminatı ve hizmet süresi tazminatı alma hakkına sahipken sözleşmenin haklı nedenlerle feshedildiği durumlarda böyle bir hak bulunmamaktadır (bk. yukarıda anılan Pişkin, § 35).
Ayrıca, işten çıkarılan bir çalışan, işten çıkarılma gerekçelerine itiraz ederek iş mahkemesinde göreve geri alınmaya ilişkin olarak yargılamalar başlatabilir. İş mahkemeleri, işten çıkarmanın geçerli ya da haklı gerekçelere dayanmadığına karar verirse, işverenin ya çalışanı eski görevine geri almasını ve dört aya kadar ücret ödemesine ya da haksız fesih nedeniyle, miktarı kararda belirtilecek olan bir tazminat ödemesine hükmedecektir.
Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun (6325 sayılı Kanun) 18. maddesi, tarafların arabuluculuk usulünün bir parçası olarak üzerinde anlaşmaya varılan hususlarla ilgili olarak dava açmalarının yasak olduğunu öngörmektedir.
Ayrıca, 1 Ocak 2018 tarihinde yürürlüğe giren İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3. maddesi, iş mahkemelerinde göreve geri alınma veya tazminat davası açılmadan önce arabuluculuk talep edilmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu nedenle iş mahkemelerinin, arabuluculuğa başvurulmadan açılan her davayı reddetmesi gerekmektedir.
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. maddesinde düzenlenmiştir ve söz konusu tarihte ilgili fıkraları aşağıdaki gibidir:
“…(5) Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıldan daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir… Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder.
(6) Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için;
a) Sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamış bulunması,
b) Mahkemece, sanığın kişilik özellikleri ile duruşmadaki tutum ve davranışları göz önünde bulundurularak yeniden suç işlemeyeceği hususunda kanaate varılması,
c) Suçun işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı zararın; aynen iade, suçtan önceki hâle getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi gerekir…
(8) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmesi halinde sanık, beş yıl süreyle denetim süresine tâbi tutulur…
(10) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranıldığı takdirde, açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verilir.
(11) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranması halinde, mahkeme hükmü açıklar. Ancak mahkeme, kendisine yüklenen yükümlülükleri yerine getiremeyen sanığın durumunu değerlendirerek; cezanın yarısına kadar belirleyeceği bir kısmının infaz edilmemesine … karar vererek yeni bir mahkûmiyet hükmü kurabilir. Koşullarının varlığı halinde hükümdeki hapis cezasının ertelenmesine veya seçenek yaptırımlara çevrilmesine karar vererek yeni bir mahkûmiyet hükmü kurabilir.
(12) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararına itiraz edilebilir.”
Yerel Mahkemelerin Uygulamaları
Anayasa Mahkemesi İçtihadı
Anayasa Mahkemesinin, özetleri Pişkin (yukarıda anılan, §§ 39-40) kararında bulunan, Mehmet Akif Günder (no. 2018/4268), Emin Arda Büyük (no. 2017/28079), Berrin Baran Eker (no. 2018/23568) ve C.A.(3) (no. 2018/10286) davalarına ilişkin kararları dışında, Hükümet ayrıca Anayasa Mahkemesinin Reşat Kıran (no. 2018/35972) davasına ilişkin 14 Eylül 2021 tarihli kararına atıfta bulunmuştur. Yukarıda anılan davada başvuran, şüphenin varlığı nedeniyle işten çıkarılmasının mahkemeler tarafından önceki bir mahkûmiyet ve soruşturma nedeniyle haklı bulunması nedeniyle adil yargılanma hakkının ve masumiyet karinesinin ihlal edildiğinden şikâyetçi olmuştur. Söz konusu başvuran, çalıştığı dönemde ve işten çıkarıldığı sırada, işten çıkarılmasını haklı kılacak bir ceza yargılamasının başlatılmadığını ileri sürmüştür. Anayasa Mahkemesi, iş mahkemelerinin daha önceki bir soruşturma veya mahkûmiyetin terör örgütü üyeliği şüphesi için gerekçe teşkil edebileceği yönündeki değerlendirmesinin davayla olgusal ve hukuki açıdan ilgili olduğunu tespit ederek her iki şikâyeti de açıkça dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. Anayasa Mahkemesi, iş mahkemelerinin kararlarında, başvuranın cezai bir suçtan suçlu olduğu izlenimini veren herhangi bir ifade bulunmadığını kaydetmiştir. Ayrıca, başvuranın özel bir taşeron tarafından işten çıkarılmasıyla ilgili olan Fatma Nakçi (no. 2021/33217) davasında, yerel mahkemeler, başvuranın bir terör örgütüyle bağlantılı olduğu varsayımına dayanarak işten çıkarılmasını, sırasıyla takipsizlik ve beraatle sonuçlanan önceki bir ceza soruşturmasına ve derdest ceza yargılamalarına atıfta bulunarak gerekçelendirmiştir. Anayasa Mahkemesi başvuranın adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir çünkü mahkemeler başvuranın işten çıkarılması bağlamında bu ceza yargılamalarının içeriğini ve ilgisini değerlendirmemiş ve işten çıkarmayı haklı çıkarmak için gerekçelerinde sadece ceza soruşturmalarının ve yargılamalarının varlığına atıfta bulunmuşlardır. Bu bağlamda, yerel mahkemeler, başvuran ile işveren arasındaki güven ilişkisinin bozulmasına yol açan olay ve olgulara ilişkin ilgili ve yeterli gerekçeler sunmamıştır (bk. özellikle kararın 43-46. paragrafları).
Son olarak Hükümet, Anayasa Mahkemesinin Berrin Baran Eker ve Emin Arda Büyük davalarında geliştirdiği ilkeleri çok sayıda davada uyguladığını ve iş mahkemelerinin başvuranların durumlarına ilişkin olgusal unsurları incelemeksizin yalnızca işverenin şüphelerine dayanarak işten çıkarmaları onayladığı durumlarda Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlal edildiğine karar verdiğini kaydetmiştir.
Hükümet Tarafından İbraz Edilen Yargıtay içtihatları
Bir demiryolu çalışanının iş mahkemelerinden işten çıkarmanın hukuka aykırı olduğunun beyan edilmesini talep ettiği, geçmişteki mahkûmiyete dayalı olarak işten çıkarma ile ilgili bir iş uyuşmazlığında Yargıtay, bir işverenin güven ihlaline yol açan ciddi, önemli ve somut olaylarla gerekçelendirilmesi halinde, şüphe varlığına dayanarak bir çalışanı işten çıkarabileceğine karar vermiştir. Yargıtay’a göre, dava dosyasında işverenin sahip olduğu güçlü objektif şüpheye temel teşkil eden durum ve olaylara ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Söz konusu bilgiler, bölgedeki terör olaylarındaki artış, başvuranın çalıştığı demiryollarının hedef alınması ve başvuranın geçmişte bir terör suçundan mahkûm edilmesiyle ilgili olup tüm bunlar işverenin başvuranla iş ilişkisini sürdürmesini dayanılmaz hale getirmiştir (22 Ekim 2007 tarihli karar (E. 2007/16878, K. 2007/30923)).
Bir başka davada Yargıtay, işten çıkarmanın bir şüpheye dayandığı durumlarda, bu şüphenin bir suçla veya çalışanın bir yükümlülüğü ihlal ettiğinin kanıtlanmadığı ancak yine de belirli unsurların mevcut olduğu ciddi bir yükümlülük ihlaliyle bağlantılı olması gerektiğine karar vermiştir. Yargıtay, şüpheye dayalı bir işten çıkarmanın geçerli olabilmesi için, bir işveren ile çalışan arasındaki güveni ihlal edebilecek nesnel olay ve olgulara dayanan güçlü bir şüphenin var olması gerektiğine karar vermiştir. Bununla birlikte, işveren, şüpheye yol açan spesifik olayı açıklığa kavuşturmak ve çalışanın görüşlerini almak için her türlü çabayı göstermelidir (16 Mart 2009 tarihli karar (E. 2008/17012, K. 2009/6827)).
Yargıtay, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından bir çalışanın şüphenin varlığı üzerine kamu görevinden çıkarılmasıyla ilgili bir davada, yargılamayı yürüten mahkemenin incelemesinin yetersiz olduğuna karar vermiştir. Davalı işveren, işten çıkarmanın dayandırıldığı tüm delilleri mahkemeye sunmamıştır. Yargılamayı yürüten mahkemeler ise, şüpheyi haklı çıkaracak kadar güçlü somut delillerin mevcut olup olmadığını doğrulamamıştır. Bu bağlamda, yargılamayı yürüten mahkeme davalı işverenden işten çıkarmanın dayandırıldığı tüm delilleri sunmasını talep ederek, adli makamlardan, güvenlik ve istihbarat servislerinden başvuranın bir terör örgütüyle üyeliği, mensubiyeti, irtibatı veya iltisakı olup olmadığına dair bilgi isteyerek, varsa tarafların tanıklarını dinleyerek ve ardından elde edilen delillere dayanarak davayı karara bağlayarak işten çıkarmanın haklı veya geçerli gerekçelere dayanıp dayanmadığını netleştirmeliydi (26 Eylül 2017 tarihli karar, (E. 2017/38645, K. 2017/19303)).
667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 4. maddesine dayanılarak kamu görevinden çıkarılmaya ilişkin bir davada Yargıtay, şüphenin varlığına dayalı çıkarma gerekçelerinin karşılandığına karar vermiştir. Yargıtay, başvuranın eğitim geçmişi, özellikle de FETÖ/PDY ile bağlantılı olduğu düşünülen özel okullar, bu okullardan birinin mezunlar derneği yönetim kurulu üyeliği ve Cumhuriyet Savcısının terörle bağlantılı suçlardan kovuşturmaya yer olmadığına dair kararına ilişkin bilgilerden oluşan dava dosyasındaki delillerin bu amaç için yeterli olduğuna karar vermiştir (3 Temmuz 2019 tarihli karar (E. 2019/1589, K. 2019/14951)). Son olarak, Yargıtay benzer bir davada, çeşitli kanun hükmünde kararnameler uyarınca kapatılan derneklere üye olmanın ve 17-25 Aralık 2013 olaylarından sonra Bank Asya aracılığıyla işlem yapmanın FETÖ/PDY örgütüne mensubiyet, iltisak veya irtibatı gösteren somut olgular teşkil ettiğine hükmederek çıkarma kararını geçerli bulmuştur (1 Ekim 2019 tarihli karar (E. 2019/6779; K. 2019/17755)).
Hukuki Değerlendirme
I. Başvuruların Birleştirilmesi
Mahkeme, başvuruların konuları bakımından benzer olduklarını göz önünde bulundurarak, bunları müştereken incelemeyi uygun görmektedir.
II. Başvuru Hakkının Kötüye Kullanıldığı İddiası Hakkında
Hükümet, başvuranlar Doham Onat, Muhittin Duymak ve Kenan Yıldırım’ın Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca yaptıkları şikâyetlerin, tazminat davasına ilişkin önemli gerçekleri Mahkeme’ye bildirmedikleri için bireysel başvuru haklarının kötüye kullanılması anlamına geldiğini ileri sürmüştür (bk. yukarıda 23-24 paragraflar).
Mahkeme, bir başvurunun, diğerlerinin yanı sıra, Mahkeme’yi aldatmak amacıyla kasıtlı olarak asılsız olaylara dayandırılması hâlinde, bireysel başvuru hakkının kötüye kullanılması olarak reddedilebileceğini kaydetmektedir (bk. X ve Diğerleri / Bulgaristan [BD], no. 22457/16, § 145, 2 Şubat 2021, ve G.I.E.M. S.R.L. ve Diğerleri / İtalya [BD], no. 1828/06 ve diğer 2 başvuru, § 172, 28 Haziran 2018). Eksik ya da yanıltıcı bilgilerin beyan edilmesi, özellikle söz konusu bilgiler davanın özü ile ilgili ve bu bilgileri sağlayamama gerekçesi olarak yeterli açıklama sunulmuyor ise bireysel başvuru hakkının suistimalini teşkil edebilir (bk. Gross / İsviçre [BD], no. 67810/10, § 28, AİHM 2014). Mahkeme nezdindeki yargılama sırasında yeni ve önemli gelişmelerin meydana geldiği ve başvuranın Mahkeme İç Tüzüğü’nün 47 § 7 maddesindeki açık yükümlülüğe rağmen, bu bilgiyi Mahkeme’ye açıklamadığı ve bu sebeple Mahkeme’nin olaylar hakkında tam bir bilgiye sahip olarak karar vermesini engellediği zamanlarda da aynı durum geçerlidir (bk. Miroļubovs ve Diğerleri / Letonya, no. 798/05, § 63, 15 Eylül 2009 ve Centro Europa 7 S.r.l. ve Di Stefano / İtalya [BD], no. 38433/09, § 97, AİHM 2012). Bu gibi durumlarda dahi, başvuranın Mahkeme’yi yanıltmaya yönelik niyetin her zaman yeterli açıklıkla ortaya konması gerekmektedir (bk., yukarıda anılan Centro Europa 7 S.r.l. ve Di Stefano, § 97 ve Gross, § 28).
Mahkeme, iş sözleşmesi 4857 sayılı İş Kanunu hükümlerine tabi olan bir çalışanın işten çıkarılması halinde, sözleşmenin niteliği ve süresi ile işyerinin niteliğine ilişkin belirli koşulların yerine getirilmesi kaydıyla, iş mahkemeleri nezdinde işe iade talebinde bulunabileceğini gözlemlemektedir. Ayrıca, işten çıkarmanın kıdem tazminatı ve hizmet süresi tazminatı ödenmeden gerçekleştiği durumlarda, çalışan tazminat yargılamaları başlatabilir. Hükümete göre, işe iade davası, sözleşmenin fesih usulünü (geçerli gerekçeler veya haklı gerekçeler) belirleyebilecek bir tespit davasıdır. Dolayısıyla, uygulamada kıdem tazminatı ve hizmet süresi tazminatına ilişkin ödenecek tutarlar, iş mahkemeleri nezdinde ayrı yargılamalar yoluyla talep edilebilmektedir (ayrıca bk. Pişkin / Türkiye, no. 33399/18, § 36, 15 Aralık 2020 ).
Mahkeme ayrıca, 1 Ocak 2018 tarihi itibariyle, işe iade veya tazminat talebinde bulunmak isteyenler için arabuluculuğun zorunlu hale geldiğini ve ancak arabuluculuğun başarısız olması halinde iş mahkemesinin bu tür bir davayı inceleyebileceğini kaydetmektedir (bk. yukarıda 29. paragraf).
Somut davada Mahkeme, başvuranlar Doham Onat, Muhittin Duymak ve Kenan Yıldırım’ın, iş mahkemelerinin işe iade davalarında işten çıkarılmalarının haklı olduğunu ancak bunun 4857 sayılı İş Kanunu anlamında “haklı gerekçeler” değil “geçerli gerekçeler” teşkil ettiğini tespit etmelerinin ardından kıdem tazminatı ve hizmet süresi tazminatı talebiyle iş mahkemelerine başvurduklarını kaydetmektedir.
Mahkeme, somut davanın konusunu oluşturan işe iade yargılamalarının, söz konusu tazminat yargılamalarından farklı bir hukuki amaca hizmet ettiğini gözlemlemektedir. İşe iade yargılamalarında başvuranlar, işten çıkarılmalarının hukuka aykırı olduğunun tespit edilmesini ve dolayısıyla görevlerine iade edilmelerine karar verilmesini talep ederken, tazminat davasında, iş mahkemelerinin işe iade taleplerini reddetmesi ve işten çıkarılmalarının “geçerli gerekçelere” dayandığını belirtmesi üzerine kıdem tazminatı ve hizmet süresi tazminatı talep etmişlerdir. Başvuranların Mahkeme nezdindeki şikâyetleri, işten çıkarılmalarının hukuka aykırı olduğu iddiası ve yerel mahkemelerin önceki ceza yargılamalarıyla bağlantılı olarak delilleri değerlendirme biçimiyle ilgili olduğundan, Mahkeme başvuranların sonraki yargılamalar hakkında kendisini bilgilendirmemelerinin, başvuranların davanın değerlendirilmesiyle ilgili önemli bilgileri Mahkeme’den gizleme girişimi olarak görülmesi gerektiği hususunda Hükümet ile aynı fikirde değildir. Mahkeme ayrıca, başvuranların durumunun, başvuranın eski işvereniyle imzaladığı arabuluculuk anlaşmasının içeriği ve şartları hakkında – başvurusu Mahkeme önünde derdestken – Mahkeme’yi bilgilendirmemesinin, özellikle 6325 sayılı Kanun’un 18. maddesi ışığında değerlendirildiğinde, bireysel başvuru hakkının kötüye kullanılması olarak görüldüğü Şeker / Türkiye ((k.k.), no. 30330/19, §§ 21-22, 7 Eylül 2021) kararında incelenen durumdan farklı olduğunu kaydetmektedir (bk. yukarıda 28. paragraf).
Buna göre, Hükümetin bu konudaki ilk itirazı reddedilmelidir.
Olağanüstü Hal İlanı
Hükümet, başvuranların şikâyetlerinin, 21 Temmuz 2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterine iletilen derogasyon ışığında, Sözleşme’nin 15. maddesi uyarınca incelenmesini talep etmiştir. Söz konusu talebin ilgili kısımları aşağıdaki gibidir:
“1. Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla, bu Sözleşme’de öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir.
2. Söz konusu hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm hali dışında 2. maddeye, 3 ve 4. maddeler (fıkra 1) ile 7. maddeye aykırı tedbirlere cevaz vermez.
3. Aykırı tedbirler alma hakkını kullanan her Yüksek Sözleşmeci Taraf, alınan tedbirler ve bunları gerektiren nedenler hakkında Avrupa Konseyi Genel Sekreterine tam bilgi verir. Bu Yüksek Sözleşmeci Taraf, sözü geçen tedbirlerin yürürlükten kalktığı ve Sözleşme hükümlerinin tekrar tamamen geçerli olduğu tarihi de Avrupa Konseyi Genel Sekreterine bildirir.”
Hükümet, Türkiye’nin Sözleşme’nin 15. maddesi uyarınca Sözleşme’de yer alan yükümlülükleri askıya alma hakkını kullanarak Sözleşme’nin hükümlerini ihlal etmediğini ileri sürmüştür. Hükümet bu bağlamda, askeri darbe girişiminin sebep olduğu riskler nedeniyle ulusun varlığını tehdit eden genel bir acil durum olduğunu ve ulusal makamlar tarafından tehlike karşısında alınan tedbirlerin, kesin olarak durumun sebep olduğu gereklilikler olduğunu belirtmiştir.
Mahkeme, Mehmet Hasan Altan / Türkiye (no. 13237/17, § 93, 20 Mart 2018) kararında, askeri darbe girişiminin, Sözleşme anlamı dâhilinde, “ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlikenin” varlığını ortaya koyduğu belirttiği kararına atıfta bulunmaktadır. Koşulların somut davada alınan tedbirleri kesin olarak gerektirip gerektirmediği ve Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan diğer yükümlülükleriyle uyumlu olup olmadığı hususunda ise, Mahkeme başvuranların şikâyetleri esas açısından incelemenin gerekli olduğun kanaatindedir ve bu incelemeyi aşağıda yapacaktır (benzer bir yaklaşım için bk. yukarıda anılan Pişkin, § 59).
Sözleşme’nin 6. Maddesinin İhlal Edildiği İddiası Hakkında
Başvuranlar, işten çıkarılmalarına ilişkin olarak yerel mahkemeler tarafından yapılan yargısal denetimin etkisiz olduğundan şikâyetçi olmuş ve işten çıkarılmalarını gerekçelendirirken, darbe girişiminden önce gerçekleşen ve nihai beraat ya da kovuşturmaya yer olmadığına dair nihai kararla sonuçlanan ceza yargılamalarına ya da soruşturmalarına atıfta bulunmaları nedeniyle, iş mahkemelerinin masumiyet karinesi haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir. Başvuranlar, esas olarak, Sözleşme’nin 6 §§ 1 ve 2. maddelerine dayanmışlardır. Bu maddelerin ilgili kısımları aşağıdaki gibidir:
“1. Herkes, medeni hak ve yükümlülüklerinin ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların belirlenmesi konusunda (…) yasalarla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından (…) adil bir şekilde (…) yargılanmayı isteme hakkına sahiptir.
2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır…”
Hükümet bu iddiaya itiraz etmiştir.
A. Kabul Edilebilirlik Hakkında
Sözleşme’nin 6 § 1 maddesinin uygulanabilirliği
Genel İlkeler
Hükümet, Mahkeme’nin Pişkin davasındaki (yukarıda anılan, § 110) bulgularına dayanarak, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin birinci yönünün, başvuranların davasında iş mahkemelerindeki işe iade yargılamalarına uygulanmadığını ileri sürmüştür. Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin ikinci yönüne ilişkin olarak Hükümet, başvuranların önceki ceza yargılamaları ile iş mahkemelerinin kararları arasında bir bağlantı olduğunu gösteremediklerini ileri sürmüştür.
Mahkeme Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin “suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılma” hakkını güvence aldığını kaydetmektedir. Ceza yargılaması bağlamında, masumiyet karinesi, diğer hususların yanı sıra, ispat yükü, maddi ve hukuki karineler, kendi aleyhine tanıklık etmeme, yargılama öncesi şeffaflık ve dava mahkemesinin veya diğer kamu görevlilerinin bir sanığın suçluluğuna ilişkin zamansız açıklamaları bakımından gereklilikler getirerek usuli güvence işlevi görmektedir (bk. Allen / Birleşik Krallık [BD], no. 25424/09, § 93, AİHM 2013 ve burada yapılan diğer atıflar). Ancak, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesi ile güvence altına alınan hakkın pratik ve etkili olmasını sağlama ihtiyacı doğrultusunda, Mahkeme zaman içerisinde masumiyet karinesine ilişkin olarak, ceza yargılamalarının beraat veya takipsizlikle sonuçlanmasının ardından devreye giren bir “ikinci yön” geliştirmiştir (bk. Nealon ve Hallam / Birleşik Krallık [BD], no. 32483/19 ve 35049/19, § 102, 11 Haziran 2024).
Ayrıca Mahkeme, masumiyet karinesi ilkesinin cezai konularda usuli bir güvenceyle sınırlı olmadığını yinelemektedir: bu ilkenin kapsamı daha geniş olup Devletin hiçbir temsilcisinin, bir kişinin suçluluğu bir mahkeme tarafından sabit oluncaya kadar o kişinin suçlu olduğunu belirtmemesini gerekli kılmaktadır (bk. Konstas / Yunanistan, no. 53466/07, § 32, 24 Mayıs 2011). Bu bakımdan, masumiyet karinesi, sadece ceza yargılaması bağlamında değil, aynı zamanda ceza yargılamalarıyla eş zamanlı olarak yürütülen ayrı hukuk, disiplin yargılamaları veya diğer yargılamalar bağlamında da ihlal edilebilir (bk. diğer kararlar arasında, Urat / Türkiye, no. 53561/09 ve 13952/11, § 42, 27 Kasım 2018).
Bu nedenle, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin, disiplin veya işten çıkarma hususları da dâhil olmak üzere (bk. örneğin, Moullet / Fransa (k.k.), no. 27521/04, 13 Eylül 2007; Taliadorou ve Stylianou / Kıbrıs, no. 39627/05 ve 39631/05, §§ 42-47, 16 Ekim 2008; Çelik (Bozkurt) / Türkiye, no. 34388/05, § 34, 12 Nisan 2011; yukarıda anılan Urat, § 47; U.Y. / Türkiye, no. 58073/17, §§ 31-34, 10 Ekim 2023 ve Ispiryan / Litvanya, no. 11643/20, § 76, 27 Haziran 2023), bir ceza yargılamasını takip eden çeşitli farklı yargılama türlerinde ikinci yönüyle uygulanabilir olduğu tespit edilmiştir ( daha kapsamlı bir genel bakış için, bk. yukarıda anılan Nealon ve Hallam, §§ 103-07).
Somut davada yukarıdaki ilkelerin uygulanması
Somut davaya dönüldüğünde, Mahkeme 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 4/1-g maddesinin lafzı ile 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’ndaki bazı suçların tanımı arasında benzerlikler olduğunu (bir terör örgütüne veya ulusal güvenliğe tehdit oluşturan başka tür bir örgüte üyelik veya mensubiyet ile Türk Ceza Kanunu’ndaki belirli cezai suçların tanımı arasındaki benzerlikler) kaydetmektedir (bk. yukarıda anılan Pişkin, § 106). Ancak, Mahkeme bu olguyu tek başına, işe iade yargılamalarının Sözleşme’nin 6. maddesi anlamında bir “suç isnadı” teşkil ettiği sonucuna varmak için yeterli görmemiştir (bk. yukarıda anılan Pişkin, §§ 105-08). Bu nedenle, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin ilk yönünün uygulanamayacağı sonucuna varılmaktadır.
Kapsamı ceza yargılamalarından daha geniş olan ve paralel olarak yürütülen diğer yargılamalarda ve/veya ceza yargılamalarında kesinleşmiş bir kararın ardından uygulanabilecek olan ikinci yönün uygulanabilirliğine ilişkin olarak Mahkeme, başvuranların işten çıkarılmalarından önce aleyhlerinde açılan ceza yargılamaları ile söz konusu işe iade yargılamaları arasında açık bir bağlantı bulunduğunu kaydetmektedir. İş mahkemeleri, işverenlerin başvuranların terör örgütleriyle bağlantılı veya iltisaklı olduklarına dair şüphelerini, devam eden veya sonuçlanmış ceza davalarının varlığıyla gerekçelendirmiştir.
Sonuç olarak, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesi, söz konusu işe iade yargılaması bağlamında ikinci yönüyle uygulanabilir nitelikte olup bu nedenle şikâyet, Sözleşme hükümleriyle konu bakımından uyumsuz değildir.
Kabul edilebilirliğe yönelik diğer gerekçeler
Hükümet, söz konusu işe iade yargılamalarında 6 § 1 maddesinin uygulanabilirliğine itiraz etmemekle birlikte, somut davadaki durumun Pişkin (yukarıda anılan) davasındaki başvuranın durumundan oldukça farklı olduğunu, zira iş mahkemelerinin objektif ve makul gerekçelerin varlığını tespit etmek amacıyla başvuranların işten çıkarılmalarına yol açan koşullara ilişkin bireysel bir değerlendirme yaptıklarını ileri sürmüştür. Hükümet, ikincillik ilkesi ve yerel mahkemelerin olayları değerlendirme ve iç hukuku uygulama konusundaki takdir hakkı doğrultusunda, Mahkeme’yi başvuruları açıkça dayanaktan yoksun olduğunu beyan etmeye davet etmiştir.
Mahkeme’nin görüşüne göre, Hükümetin başvuruların açıkça dayanaktan yoksun olduğu iddiasına ilişkin itirazları esasen davanın esasına ilişkindir. Mahkeme, ayrıca, bu şikâyetin, Sözleşme’nin 35 § 3 (a) maddesi anlamında açıkça dayanaktan yoksun olmadığı sonucuna varmaktadır. Mahkeme, ayrıca, başvurunun kabul edilemez olduğuna ilişkin başka bir gerekçe bulunmadığını kaydetmektedir. Dolayısıyla, söz konusu şikâyetin kabul edilebilir olduğu beyan edilmelidir.
B. Esas Hakkında
Sözleşme’nin 6 § 2 maddesi
Başvuranlar argümanlarını sürdürmüşlerdir.
Hükümet, özellikle “hendek olayları” ve 15 Temmuz 2016 tarihindeki başarısız darbe girişimi olmak üzere, başvuranların işten çıkarılmalarının arka planının dikkate alınması gerektiğini ileri sürmüştür (bk. yukarıda 5 ve 6. paragraflar). İşe iade yargılamalarında, iş mahkemeleri sadece işverenler ile başvuranlar arasındaki güvenin sarsılmış sayılıp sayılamayacağını, kendi hukuk alanları sınırları dâhilinde değerlendirmiştir. Bu bağlamda, iş mahkemeleri başarısız darbe girişimi sonrasındaki durumu göz önünde bulundurarak, başvuranların Devletin ulusal güvenliğine karşı faaliyetlerde bulunan yasadışı yapılarla bir bağlantısı olduğunu gösteren veya ima eden herhangi bir koşul olup olmadığını tespit etmişlerdir. Sonuç olarak, bu mahkemeler incelemelerini iş hukuku sınırları içinde tutmuş ve başvuranların önceki veya devam eden ceza davaları karşısındaki cezai sorumlulukları hakkında yorum yapmamışlardır. Hükümete göre, iş mahkemelerinin gerekçelerinde ya da kullandıkları dilde, başvuranların masumiyet karinesi hakkına saygı gösterilmediğini gösteren hiçbir unsur bulunmamaktadır. Bu nedenle Hükümet, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin ihlal edilmediğini ileri sürmüştür.
Mahkeme, bir kişi aleyhinde devam eden bir ceza yargılaması olduğunda Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin sağladığı korumanın, mahkeme tarafından “cezai bir suçla itham edilen” kişinin yasalara göre suçlu olduğu sübut bulunmadan önce suçlu olduğu görüşünün erken iletilmesini yasaklamayı amaçladığını yinelemektedir (bk. diğer birçok karar arasında, Minelli / İsviçre, 25 Mart 1983, § 37, Seri A no. 62, ve Peša / Hırvatistan, no. 40523/08, § 138, 8 Nisan 2010). Bu koruma, diğer kamu görevlileri tarafından derdest olan ceza soruşturmaları hakkında yapılan ve halkı şüphelinin suçlu olduğuna inanmaya teşvik eden ve yetkili adli makam tarafından olayların değerlendirilmesine halel getiren açıklamaları da kapsamaktadır (bk. Allenet de Ribemont, 10 Şubat 1995, § 41, Seri A no. 308; Daktaras / Litvanya, no. 42095/98, §§ 41-43, AİHM 2000-X; Butkevičius / Litvanya, no. 48297/99, § 49, AİHM 2002-II (alıntılar) ve yukarıda anılan Ispiryan, § 50). Bu durumda Mahkeme, suç isnatları yetkili ceza mahkemesi tarafından karara bağlanana kadar, bir kişinin yalnızca bir suç işlediğinden şüphelenildiğine dair bir beyan ile kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı olmaksızın, bir kişinin söz konusu suçu işlediğine dair açık bir beyan arasında bir ayrım yapılması gerektiğini her zaman belirtmiştir. Bu bağlamda Mahkeme, kamu görevlilerinin bir kişi yargılanmadan ve belirli bir suçtan suçlu bulunmadan önce yaptıkları ifadelerinde tercih ettiği kelimelerin önemine vurgu yapmıştır. Bu hususta kullanılan dil hayati öneme sahip iken, Mahkeme ayrıca bir kamu görevlisi tarafından yapılan bir ifadenin masumiyet karinesi ilkesini ihlal edip etmediğinin, hâkimlerin ifadelerinin polis veya savcılık gibi soruşturma makamları tarafından yapılan ifadelere göre daha yakından incelemeye tabi olduğu dikkate alınarak, söz konusu ifadenin verildiği belirli koşullar bağlamında belirlenmesi gerektiğine dikkat çekmiştir (bk. Pandy / Belçika, no. 13583/02, § 43, 21 Eylül 2006; Kampanellis / Yunanistan, no. 9029/05, § 27, 21 Haziran 2007 ve Shuvalov / Estonya, no. 39820/08 ve 14942/09, § 75, 29 Mayıs 2012). Söz konusu yargılamaların niteliği ve bağlamı göz önünde bulundurulduğunda, bazı talihsiz dillerin kullanılması bile belirleyici olmayabilir (bk. diğer makamların yanı sıra, Karaman / Almanya, no. 17103/10, § 63, 27 Şubat 2014, daha fazla referansla birlikte).
Mahkeme ayrıca, masumiyet karinesinin ikinci yönüyle ilgili olarak, amacın cezai bir suç isnadından beraat eden veya haklarındaki ceza yargılamaları düşmüş olan kişileri, kamu görevlileri ve yetkili makamlar tarafından sanki müsnet suçtan suçlu bulunmuşlar gibi muamele görmekten korumaya yönelik bir güvence olduğunu yinelemektedir (bk. yukarıda anılan Nealon ve Hallam, § 108, diğer referanslarla birlikte). Bunun nedeni, bu kişilerin kanun önünde masum olmaları ve bu masumiyete uygun bir şekilde muamele görmeleri gerektiğidir (bk. yukarıda anılan Allen, § 103). Bu nedenle, masumiyet karinesi kanıtlanamayan herhangi bir suç isnadıyla ilgili olarak, söz konusu kişinin masumiyetine saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla, ceza yargılamasının sonuçlanmasından sonra da devam edecektir.
Somut davaya dönecek olursak, Mahkeme, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesi kapsamındaki masumiyet karinesinin, bir kişinin halen cezai suçlamalarla karşı karşıya olup olmadığına veya bu yargılamaların sonuçlanıp sonuçlanmadığına bağlı olarak farklı şekilde uygulandığını kaydetmektedir. Bu incelikli koruma ışığında, Mahkeme, iki başvuran kategorisi arasında bir ayrım yapılması gerektiğini düşünmektedir: birinci olarak işten çıkarıldıkları sırada cezai suçlamaları devam eden kişiler ve ikinci olarak ise haklarında böyle bir ceza yargılaması devam etmeyenler veya bu tür yargılamaların mahkûmiyet dışında bir sonuçla sona erdiği kişiler.
İlk kategoriye ilişkin olarak Mahkeme, başvuranlar Muhittin Duymak ve Abdullah Bilen’in işten çıkarıldıkları sırada, sırasıyla silahlı örgüte üye olmak ve suç örgütü lehine propaganda yapmak suçlarından ceza mahkemeleri tarafından yargılandıklarını kaydetmektedir. Ayrıca, iş mahkemeleri tarafından yapılan incelemeden, başvuranlara yönelik bu suç iddialarının varlığının, yasadışı yapılarla bağlantıları, iltisaklı ya da irtibatları olduğu şüphesine dayanarak iş sözleşmelerinin feshedilmesi için yeterli olduğu düşünülmektedir. Mahkeme, yerleşik içtihadına atıfta bulunarak, bir kişinin suç işlediğinden şüphelenildiğini belirten bir ifadenin, adli yargının sınırları içerisinde kalmak ve suçluluğa ilişkin önyargıda bulunmamak kaydıyla, kendi başına masumiyet karinesi ilkesini ihlal etmediğini yinelemektedir. Bu doğrultuda, Mahkeme, somut davada, iş mahkemelerinin, paralel ceza yargılamaları bağlamında, söz konusu iki başvuranın masum sayılma hakkını ihlal edecek şekilde adli yargı kapsamındaki yetkilerinin sınırlarını aştıklarını düşünmemektedir (bk. bu davaya uygulanabildiği ölçüde, Hrdalo / Hırvatistan, no. 23272/07, § 55, 27 Eylül 2011 ve yukarıda anılan Ispiryan, § 82). Dolayısıyla, bu başvuranlar bakımından Sözleşme’nin 6 § 2 maddesi ihlal edilmemiştir.
İkinci kategorideki başvuranlara bakıldığında, Mahkeme yasadışı yapılarla bağlantılı oldukları şüphesiyle işten çıkarılmalarını onarken, iş mahkemelerinin yalnızca başvuranlar hakkında daha önce açılmış olan ve resmi olarak hiç suçlanmadıkları ya da mahkûm edilmedikleri ceza yargılamalarına atıfta bulunduklarını kaydetmektedir (bk. aşağıda Ek II ve yukarıda 14, 16, 19 ve 20. paragraflar). Somut davada iş mahkemelerinin görevi, işverenlerin başvuranların yasadışı yapılarla bağlantılı, iltisaklı veya irtibatlı olduğu yönündeki şüphelerini haklı çıkaracak herhangi bir nesnel unsurun bulunup bulunmadığını tespit etmekti. Mahkeme, bağlılık, iltisaklık ve irtibatlık kavramlarının 237 sayılı Türk Ceza Kanunu’ndaki bazı suç tanımlarıyla benzerlik gösterdiğini belirtme fırsatı olmuştur (bk. yukarıda anılan Pişkin, §106). Dolayısıyla Mahkeme, iş mahkemelerinin bu terminolojiyi kullanan gerekçelerinin, meslekten olmayan bir gözlemcide, bu mahkemelerin başvuranların terörle bağlantılı suçlarla itham edildikleri önceki ceza yargılamalarıyla ilgili olarak onların masumiyetine ikna olmadıkları ve işten çıkarılmalarını onayarak aslında cezai makamlarının bulgularının doğruluğuna şüphe düşürdükleri izlenimini verebileceğini kabul etmeye hazırdır. Bu durum özellikle, iş mahkemelerinin, mahkûmiyet dışında bir sonuçla sona eren önceki ceza yargılamalarının varlığının, başvuranların varsayılan bağlantılarına ilişkin şüpheleri haklı çıkarmak için neden yeterli olduğu hususunda ayrıntılı bilgi vermemesinden kaynaklanmaktadır. Ancak, iş mahkemelerinin bu husustaki muhakeme eksikliği, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinden ziyade 6 § 1 maddesi kapsamındaki güvencelerle daha yakından ilgili bir konudur ve Mahkeme bu konuyu aşağıda tekrar ele alacaktır. Ayrıca, yakın tarihli Nealon ve Hallam davasında (yukarıda anılan, § 168), Büyük Daire birbiriyle bağlantılı müteakip yargılamalarda masumiyet karinesinin ikinci yönüne ilişkin olarak Devletler üzerindeki yükümlülüğün kapsamına açıklık getirmiştir. Dolayısıyla, birbiriyle bağlantılı müteakip yargılamaların niteliği ne olursa olsun ve ceza yargılamalarının beraat veya takipsizlikle sonuçlanıp sonuçlanmadığına bakılmaksızın, yerel mahkemelerin veya diğer makamların birbiriyle bağlantılı müteakip yargılamalardaki kararları ve gerekçeleri, bir bütün olarak ve iç hukuk tarafından üstlenmeleri gereken uygulama bağlamında değerlendirildiğinde, başvurana cezai sorumluluk atfedilmesi anlamına gelmeleri halinde, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin ikinci yönü ihlal edilecektir. Bir kişiye cezai sorumluluk isnat etmek, o kişinin cezai bir suçun işlenmesine ilişkin cezai standartlara göre suçlu olduğuna dair bir görüşü yansıtmak ve böylece cezai yargılamanın farklı bir şekilde karara bağlanması gerektiğini öne sürmektir (bk. Nealon ve Hallam, diğer referanslarla birlikte ve daha yakın tarihli, Cosovan / Moldova Cumhuriyeti (no. 2), no. 36013/13, § 36, 8 Ekim 2024).
Ancak başvuranların davasında, Mahkeme iş mahkemelerinin yasadışı yapılarla irtibatlı ve iltisaklı şüphesi temelinde iş sözleşmelerinin feshini haklı göstermek için önceki ceza davalarına atıfta bulunmasının, başvuranların daha önce suçlandıkları suçlara ilişkin cezai standarta göre suçlu olduklarına dair bir kanaat getirdiğini tespit edememiştir. Bu durum, özellikle de iş mahkemelerinin yasadışı bir yapıyla irtibat ve iltisak derecesinin bir terör örgütüne üyelik seviyesine ulaşması gerekmediğini belirterek değerlendirmelerini bağlamsallaştırmaları ve bu yöndeki değerlendirmelerinin daha az katı bir ispat yükümlülüğüne tabi olması nedeniyle geçerlidir. İş mahkemeleri ayrıca, değerlendirmelerinin başvuranların cezai sorumluluklarından bağımsız olduğunu ve başvuranların kamu kurumlarında çalışmalarına izin verilmesinin uygun olup olmadığını belirlemekle sınırlı olduğunu kaydetmiştir (bk. yukarıda 12. paragraf). Dolayısıyla, bu bağlamsal unsurlar, iş mahkemelerinin kararlarının 6 § 2 maddesi anlamında suç isnadı teşkil etmesini engellemiştir.
Dolayısıyla, Sözleşme’nin 6 § 2 maddesi ihlal edilmemiştir.
Sözleşme’nin 6 § 1 maddesi
Hükümet, 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kamu kurumlarında çalışan ve illegal oluşumlarla irtibatlı veya iltisaklı olan kişilerin kamu görevinden çıkarılması için olağanüstü hâl dönemine özgü olmak üzere özel bir usul öngörüldüğünü açıklamıştır. Hükümet, bu tedbirin temel amacının kamu kurumlarını terör örgütlerinin etkilerinden kurtarmak ve bu örgütlerin kamunun imkânlarını kullanmasını engellemek olduğunu belirtmiştir. Usulün amacının terörle etkili mücadele ve demokrasi ilkelerini savunmak olduğunu ifade etmiştir. Hükümet, yargılamanın adil olduğunu ve yerel mahkeme tarafından yürütülen adli incelemenin Mahkeme’nin Pişkin davasındaki (yukarıda anılan) bulgularıyla uyumlu olduğunu savunmuştur.
Mahkeme, yerel mahkemelerin yapması gereken yargısal denetimi kapsamına ve kararları için gerekçe gösterme yükümlülüklerine ilişkin içtihadından kaynaklanan ilkelere atıfta bulunmaktadır (bk. Ramos Nunes de Carvalho e Sá / Portekiz [BD], no. 55391/13 ve diğer 2 başvuru, §§176-86, 6 Kasım 2018 ve yukarıda anılan Pişkin, §§ 130-35). Bu özellikle, yerel mahkemenin dava tarafları tarafından öne sürülen tüm hususların hiçbirinin reddedilmeden esaslarının incelenmesi yetkisine sahip olmasını ve reddedilmesi halinde net olarak ret gerekçelerini sağlamasını gerektirmektedir. Olgulara ilişkin olarak, ilgili mahkeme dava tarafının davasını için önem teşkil eden tüm olguları inceleyebilmelidir (bk. Al-Dulimi ve Montana Management Inc. / İsviçre [BD], no. 5809/08, § 128, 21 Haziran 2016).
Pişkin davasında (yukarıda anılan) Mahkeme, iş mahkemelerinin başarısız darbe girişiminin ardından yaşanan bir iş uyuşmazlığında, iş sözleşmesinin feshine ilişkin kanun ve gerçekleri belirleme hususunda tam yetkili olduğuna karar vermiştir. Söz konusu davada Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlal edildiğine karar veren Mahkeme, iş mahkemelerinin davayla ilgili olayları inceleme yetkilerini haksız bir şekilde kısıtladıklarını, zira sadece işten çıkarma kararının yetkili bir makam tarafından verilip verilmediğini ve hukukta bir dayanağı olup olmadığını tespit ettiklerini kaydetmiştir. Ancak, yasadışı bir yapıyla bağlantılı olduğu varsayılan başvuranın iş sözleşmesinin feshinin, başvuranın davranışları veya diğer ilgili kanıt veya bilgilerle gerekçelendirilip gerekçelendirilmediğini tespit edememişlerdir. Bu yolu izleyerek yerel mahkemeler, başvuranın İş Kanunu anlamında “geçerli” veya “haklı” gerekçelerle işten çıkarılıp çıkarılmadığını da tespit edememiştir.
Somut davada iş mahkemelerinin Pişkin davasına kıyasla daha kapsamlı bir inceleme gerçekleştirdikleri doğrudur. Özellikle, başvuranların çekişmeli yargılama hakkına herhangi bir kısıtlama getirmeksizin, başvuranlara ve yasadışı yapılarla bağlantılı oldukları varsayılan kişilere ilişkin bir şüpheye temel oluşturabilecek herhangi bir bilgi olup olmadığını ve işten çıkarılmalarının dayandığı yasal gerekçeleri re’sen incelemişlerdir. Fakat bu mahkemeler, yalnızca başvuranlara karşı devam eden veya tamamlanmış ceza yargılamalarıyla ilgili olan bu bilgileri bir uygunluk testine tabi tutmamış gibi görünmektedir. Mahkemelerin kararlarında, bu tür devam eden veya tamamlanmış yargılamaların varlığının, işverenler ile söz konusu başvuranlar arasında nasıl ve neden bir güven kaybına yol açtığına dair yeterli bir gerekçe bulunmamaktadır. Mahkeme’ye göre, işverenler, işten çıkarmalar sırasında ya da mahkeme sürecinde başvuranların söz konusu olay ya da davranışlarına atıfta bulunmadığından, yerel mahkemelerin re’sen elde ettikleri bilgilerin neden işverenlerin başvuranların yasadışı yapılarla bağlantılı olduklarına dair şüpheleriyle ilgili olduğunu düşündüklerini açıklamaları daha da önemliydi. Ayrıca, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesinin içtihatlarından, yerel mahkemelerin objektif bir bakış açısıyla işveren ile çalışan arasındaki güveni ihlal edebilecek ciddi, önemli ve somut olayların varlığını göz önünde bulundurarak, şüpheye dayanak teşkil edebilecek yeterli ve ilgili gerekçeler sunmasını gerektirdiği açıktır (bk. yukarıda 31-36 paragraflar). İç hukukun yorumlanmasında yerel mahkemelerin yerini almak Mahkeme’nin görevi olmamasına karşın, Mahkeme istihdam bağlamında güveni ihlal edebilecek ciddi, önemli ve somut olayların varlığına ilişkin bir şüphenin doğrulanmasının, bir sözleşmenin feshinin 4857 sayılı İş Kanunu anlamında geçerli olup olmadığının belirlenmesi için belirleyici bir öneme sahip olduğunu belirtmekle yetinmektedir. Dolayısıyla bu sorunun, keyfi işten çıkarmalara karşı uygun bir güvence olarak yerel mahkemeler tarafından usulüne uygun bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Ancak, başvuranlar Muhittin Duymak ve Abdullah Bilen ile ilgili olarak, yerel mahkemeler yalnızca başvuranlar haklarında devam eden ceza davalarının varlığına atıfta bulunmuş ve onlar aleyhindeki ceza suçlamalarına yol açan olayların güvenin sarsılmasına yol açıp açmayacağını kendi hukuk alanları sınırları dâhilinde değerlendirmemiştir. Diğer başvuranlarla ilgili olarak ise yerel mahkemeler başvuranların sözleşmelerinin şüphenin varlığı nedeniyle feshedilmesine karşı olarak bu ceza yargılamaların ilgisini açıklamaksızın, daha önce cezai yargılamalar olduğunu gözlemlemekle yetinmişlerdir. Bu başvuranlarla ilgili ceza yargılamasının mahkûmiyet dışında bir sonuçla sona erdiği göz önünde bulundurulduğunda, işten çıkarmanın olağanüstü hal mevzuatı kapsamında meşru gibi gösterilen keyfi bir tedbir olmadığından emin olmak için, işverenin güven ve itimadının sarsılmasına neyin yol açtığını belirlemek ve gerekçelerini ortaya koymak yerel mahkemelerin göreviydi.
Son olarak, Hükümet, Türkiye’nin güney doğusunda meydana gelen “hendek olaylarının” başvuranların işten çıkarılmasıyla ilgili olduğunu düşünse de, Mahkeme yerel mahkemelerin bu hususa ilişkin gerekçelerinin yokluğunda ve Hükümetin başvuranların bu olaylara karıştığı iddiasına ilişkin herhangi bir kanıt sunmaması nedeniyle bu argümana ağırlık verememektedir.
Sözleşme’nin 15. maddesiyle ilgili olarak Mahkeme, Pişkin (yukarıda anılan, §§ 152-53) davasındaki yaklaşımından ayrılmak için bir neden görmemektedir. Söz konusu kanun hükmünde kararname, kişilerin yasadışı yapılarla bağlantılı oldukları varsayımına dayanarak kamu görevinden çıkarılmalarının ardından yerel mahkemeler tarafından yürütülecek yargısal denetime herhangi bir kısıtlama getirmemiştir. Dahası, Anayasa Mahkemesi de dâhil olmak üzere, somut davadaki yerel mahkemelerin hiçbiri başvuranların davalarını incelerken olağanüstü halin şikâyetlerin esasını tam olarak değerlendirmelerini engellediğine dair bir atıfta bulunmamıştır.
Yukarıda yer alan açıklamalar, Mahkeme’nin, Sözleşme’nin 6 § 1 maddesinin ihlal edildiğine karar vermesi için yeterlidir.
Sözleşme’nin 8. Maddesinin İhlal Edildiği İddiası Hakkında
Son olarak, 26650/20 no.lu başvurudaki başvuran hariç olmak üzere, başvuranlar, Sözleşme’nin 8. maddesi uyarınca, işten çıkarılmaları nedeniyle damgalandıklarından ve itibarları ve özel yaşamları açısından geri dönüşü olmayan zararlara uğradıklarından şikâyetçi olmuşlardır.
Yukarıda Sözleşme’nin 6 § 1 maddesi kapsamında varılan sonuçları ve tarafların beyanlarını göz önünde bulunduran Mahkeme, somut davada bu şikâyetlerin kabul edilebilirliği ve esası hakkında ayrı bir hüküm verilmesine gerek olmadığı kanaatindedir (karşılaştırınız, Centre for Legal Resources on behalf of Valentin Câmpeanu / Romanya [BD], no. 47848/08, § 156, AİHM 2014).
Sözleşme’nin 41. Maddesinin Uygulanması
Sözleşme’nin 41. maddesi aşağıdaki gibidir:
“Eğer Mahkeme bu Sözleşme veya Protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlalin sonuçlarını ancak kısmen ortadan kaldırabiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, zarar gören taraf lehine adil bir tazmin verilmesine hükmeder.”
Başvuranlar, Ek I’de belirtildiği üzere, maddi ve manevi tazminat ile masraf ve giderler için çeşitli tazminat taleplerinde bulunmuşlardır.
Hükümet, başvuranların taleplerinin aşırı ve dayanaksız olduğunu ileri sürmüştür.
Mahkeme, tespit edilen ihlal ile ileri sürülen maddi zarar arasında herhangi bir illiyet bağı bulunmadığı kanısına varmış ve bu nedenle başvuranların söz konusu taleplerini reddetmiştir.
Ancak Mahkeme, başvuranların bu kararda Sözleşme’nin ihlal edildiğinin tespit edilmesiyle tazmin olunamayacak derecede manevi zarara uğradıkları görüşündedir. Mahkeme, hakkaniyete uygun olarak, her bir başvurana manevi tazminat olarak, 1.500 avro (miktara yansıtılabilecek vergiler hariç olmak üzere) ödenmesine hükmetmiştir.
Masraf ve giderlere ilişkin olarak Mahkeme, bir başvuranın söz konusu masraf ve giderlerin fiilen ve gerekli olduğu için yapılmış olduğunun belgelenmesi ve miktar olarak makul olduğunu gösterebiliyorsa, bunların geri ödenmesi hakkına sahip olduğunu yinelemektedir (bk. diğer kararların yanı sıra, Lupeni Greek Catholic Parish ve Diğerleri/Macaristan [BD], no. 36345/16, § 149, 9 Mart 2023). Mahkeme elindeki belgeleri ve yukarıdaki kriterleri göz önünde bulundurarak, başvuranların iç hukuktaki yargılama masraf ve giderlerine ilişkin taleplerini, tespit ettiği ihlalle ilişkin olmaması gerekçesiyle reddetmektedir. Ayrıca, 26550/20 no.lu başvuru haricinde, başvuranların avukatlık ücretlerine ilişkin taleplerini, destekleyici hiçbir belge sunulmadığı gerekçesiyle reddetmektedir. Ancak, İlaslan’a (başvuru no. 26550/20) avukatlık ücreti olarak 1,000 avro ödenmesine hükmetmiştir.
Bu gerekçelerle, mahkeme, oy birliğiyle,
Başvuruların birleştirilmesine;
Başvuranların adil yargılanma ve masum sayılma haklarına ilişkin şikâyetlerin kabul edilebilir olduğuna;
Sözleşme’nin 6 § 2 maddesinin ihlal edilmediğine;
Sözleşme’nin 6 § 1 maddesinin ihlal edildiğine;
Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamındaki şikâyeti incelemeye gerek bulunmadığına;
Davalı Devlet tarafından başvuranlara, Sözleşme’nin 44 § 2 maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içerisinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden davalı Devletin para birimine çevrilmek üzere, aşağıdaki miktarların ödenmesine;
Her bir başvurana, manevi tazminat olarak, miktara yansıtılabilecek vergiler hariç olmak üzere, 1.500 avro (bin beş yüz avro) ödenmesine;
Ahmet İlaslan’a, yansıtılabilecek tüm vergiler hariç olmak üzere, masraf ve giderler için 1.000 avro (bin avro) ödenmesine;
Yukarıda bahsi geçen üç aylık sürenin bittiği tarihten itibaren ödeme gününe kadar geçen sürede, yukarıda bahsedilen miktara, Avrupa Merkez Bankasının söz konusu dönem için geçerli olan marjinal faiz oranına üç puan eklenmek suretiyle elde edilecek oran üzerinden basit faiz uygulanmasına;
Başvuranların adil tazmin talebinin geri kalan kısmının reddedilmesine karar vermiştir.
AİHM Başvuru – Kayseri Avukat
Ceza davalarında ve hukuk uyuşmazlıklarında gerekli başvuru veya itirazların zamanında ve usulüne uygun yapılması açısından alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Yargılama sırasında herhangi bir mağduriyete ve hak kaybına uğramamak için güncel mevzuat ve yargı kararlarının takip edilmesi önem arz etmektedir.
Alanında yetkin Kayseri Avukat kadrosu ve 15 yılı aşkın deneyimi ile Zülküf Arslan Hukuk Büromuz, savunma hakkını ve hak arama özgürlüğünü temin ederek Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde taraflara hukuki yardım sunmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde herhangi bir mağduriyete veya hak kaybına uğramamak için gerekli başvuruların zamanında ve usulüne uygun yapılması büyük önem arz etmektedir. Bu süreçte, alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Zülküf Arslan Hukuk Bürosu olarak; Yalçınkaya Kararı başta olmak üzere AİHM kararlarının Türkçe çevirilerini yapan Eski AİHM Hukukçusu Dr. Orhan Arslan koordinatörlüğünde müvekkillerimize Anayasa Mahkemesi ve AİHM başvurusunun yanı sıra emsal AYM ve AİHM Kararları çerçevesinde yeniden yargılama başvurusu hususunda da hukuki destek vermekteyiz.
Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvuru yapmak ve süreci takip etmek için bir avukat arıyorsanız 15 yılı aşkın deneyimi ile avukat kadromuzdan dava süreci, hukuki statünüz, haklarınız ile başvuru ücret ve masrafları konusunda ön bilgi alabilir; detaylı bilgi ve tüm sorularınız için bizimle iletişime geçebilir veya yüz yüze görüşmek için Zülküf Arslan Hukuk Büromuzu ziyaret edebilirsiniz.