AİHM Yasak Kararı İncelemesi - Örgütün Gizli Yapısına Mensup Olduğu İddiasıyla Silahlı Terör Örgütüne Üye Olma Suçundan Ceza Verilmesi - AİHM Başvuru Avukatı - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başvuru Avukatı - Kayseri Ceza Avukatı - Terörle Mücadele Kanunu - AİHM Kararları - Kayseri Avukat Zülküf Arslan Hukuk Bürosu

AİHM Yasak Kararı İncelemesi: Terör Örgütü Üyeliği İddiasıyla Açılan Davalarda Ceza Hukukunun Geriye Dönük Uygulanması

AİHM Yasak Kararı İncelemesine ilişkin bu yazı, Kerem Altıparmak ve Rümeysa Budak tarafından Strasbourg Observers sitesinde yayımlanan İngilizce makaleden çevrilmiştir. Makalenin orijinal metnini okumak için tıklayınız.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM/Mahkeme) İkinci Dairesi, 27 Ağustos 2024 tarihinde, Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türkiye Hükümeti tarafından FETÖ/PDY (Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması) olarak adlandırılan silahlı terör örgütüne üye olduğu gerekçesiyle yargılanan ve hapis cezasına çarptırılan başvurucu Şaban Yasak açısından kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin (AİHS m. 7) ihlal edilmediğine karar verdi. (AİHM Yasak Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.)

Bu yazıda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin terör suçlarıyla ilgili önceki kararlarında sorunlu olmayan bazı konuları ele almamasının, suçların ve cezaların geriye dönük olmaması ilkesini Yasak kararında göz ardı etmesine yol açtığı gösterilmeye çalışılacaktır.

AİHM Yasak Kararı, Mahkemenin silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla ilgili 2016’dan beri incelediği çok sayıda dava arasında tartışmalı bir bulgu olarak yerini aldı. Mahkeme son yıllarda, hakimler Alparslan Altan, Baş, Turan ve Diğerleri ile Aydın Sefa Akay; gazeteciler Sabuncu ve Diğerleri, Atilla Taş, Ahmet Hüsrev Altan ve Bulaç; insan hakları savunucusu Taner Kılıç (No. 2) ile siyasetçiler Demirtaş (No. 2) ve Yüksekdağ Şenoğlu ve Diğerleri başvuruları başta olmak üzere 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesi kapsamında silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla yapılan ceza yargılamalarına ilişkin çok sayıda başvuru hakkında karar vermek zorunda kalmıştır.

Anılan AİHM Alparslan Altan Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Hakan Baş Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Turan ve Diğerleri Kararı’nın İnsan Hakları Hukukçusu ve AİHM Eski Hukukçusu Dr. Orhan Arslan tarafından yapılan Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz. Kararın Adalet Bakanlığı, İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı tarafından yapılan çevirisi için tıklayınız.

Anılan AİHM Aydın Sefa Akay Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Sabuncu ve Diğerleri Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Atilla Taş Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Ahmet Hüsrev Altan Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Ali Bulaç Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Taner Kılıç (No. 2) Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz. Kararın PDF’si için tıklayınız.

Anılan AİHM Selahattin Demirtaş (No. 2) Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Yüksekdağ Şenoğlu ve Diğerleri Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

AİHM Yalçınkaya Kararı’nda, Büyük Daire, Eylül 2023 itibarıyla Mahkeme önünde ByLock ile ilgili 8000 davanın beklediğini belirtmiştir ( § 414). Ancak bu sayı buzdağının sadece görünen kısmı olabilir. Nitekim 2016-2021 yılları arasında Türkiye’de terör örgütü üyeliği nedeniyle 1768530 soruşturma ve 492540 kovuşturma başlatıldığı göz önüne alındığında, Türkiye’nin terör örgütü üyeliğine ilişkin şikâyetlerle ilgili insan hakları sorununun AİHM’yi uzun süre meşgul edeceğini öngörmek yanlış olmayacaktır.

AİHM Yalçınkaya Kararı’nın Türkçe çevirisine ve Karara ilişkin Değerlendirmelere sitemizden ulaşabilirsiniz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), daha önce Işıkırık Kararı (§70)’nda  “terör örgütü adına hareket etmek” ve İmret (No.2) (§59) ile Bakır ve Diğerleri (§69) Kararı’nda yardım ve yataklık etmek gibi ilişkili faaliyetlerin öngörülemez olduğunu tespit etmiş olsa da, ‘terör örgütü üyeliği’ temel suçlamasının, bir bireyin madde kapsamında hangi eylemlerin suç sayılacağını öngörebilmesini sağlayacak kadar yeterli ve kesin bir şekilde çizilip çizilmediği sorusunu geçiştirmiştir.

Anılan AİHM Işıkırık Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM İmret (No.2) Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Bakır ve Diğerleri Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin bu temel yönü ele almadaki başarısızlığı, birbiriyle çelişen ve tutarsız görünen kararlara yol açmıştır. AİHM Yasak Kararı’nın içerdiği sorunları anlamak için , bu makalede öncelikle Yalçınkaya davasında Büyük Daire’nin kararından önce ve sonra terör örgütüne üyelikle ilgili Mahkeme’nin içtihatlarına yer verilecektir. Ardından, Yalçınkaya ve seleflerinde açık bırakılan konuların Yasak kararında Sözleşme’ye uygun olarak çözülüp çözülmediğini tartışılacaktır.

AİHM Yalçınkaya Kararı Öncesi: Silahlı Örgütün Tanımlanmasına İlişkin Sorunlar

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında silahlı örgüt üyeliği suçu düzenlenmiş olup, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişiler hakkında 10 ila 15 yıl hapis cezası, örgüt üyeleri hakkında ise 5 ila 10 yıl hapis cezası verilmesi düzenlenmiştir. Venedik Komisyonu tarafından da belirtildiği üzere anılan maddede veya Türk Ceza Kanunu’nda ‘silahlı örgüt’ ve ‘silahlı grup’ kavramları tanımlanmamıştır. Ancak, bir suç örgütü için nitelik ölçütleri, Türk Yargıtay içtihatlarında ortaya konmuştur. ‘Silahlı örgüt üyeliği’ ile ilgili olarak, Yargıtay, şüphelilere atfedilen eylemlerin sürekliliğini, çeşitliliğini ve yoğunluğunu dikkate alarak, bu eylemlerin şüphelinin örgütle ‘organik bir ilişkisi’ olduğunu kanıtlayıp kanıtlamadığını veya eylemlerin örgütün ‘hiyerarşik yapısı’ içinde bilerek ve isteyerek işlenmiş sayılıp sayılmayacağını belirlemektedir.

AİHM Yalçınkaya Kararı’na kadar terör örgütü üyeliği suçunun yasallığına ilişkin iddialar ceza yargılamasının mahkumiyet öncesi aşamalarına ilişkin şikâyetler bağlamında inceleniyordu. Bu başvurularda AİHM, terör örgütü üyeliğini cezalandıran TCK’nın 314. maddesini öngörülemez bulmak yerine, ulusal yargı makamlarının TCK’nın 314. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında öngörülen suçları, Yargıtay kararlarında belirtilen ölçütlere aykırı olarak geniş yorumladığını ve dolayısıyla başvurucuların davasında terörle ilgili suçları düzenleyen hükümlerin yorumlanması ve uygulanmasının dikkate alınmaması nedeniyle yasallık ilkesinin ihlal edildiği sonucuna vardı (Demirtaş (No.2), §§ 278, 281). (Anılan AİHM Selahattin Demirtaş (No. 2) Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.)

Bir Dönüm Noktası olarak AİHM Yalçınkaya Kararı

Başvurucuların terör örgütü üyeliği suçlamasıyla yargılandığı Türkiye aleyhine daha önce yapılan başvuruların aksine, tutuklu öğretmen Yüksel Yalçınkaya’nın başvurusunda ilk kez kesin mahkûmiyet söz konusu olmuş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bu başvuruyu Sözleşme’nin 5. ve 10. maddeleri kapsamında değil, 7. maddesinde düzenlenen “Suçta ve Cezada Kanunilik İlkesi” kapsamında incelemiştir.

Başvurucu Yalçınkaya, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından, iddia edilen Gülen hareketi bağlantıları nedeniyle, Türk hükümetinin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü olarak adlandırdığı örgüte üyelik suçlamasıyla tutuklanmış ve hapis cezasına çarptırılmıştır. Başvurucu hakkındaki mahkumiyet kararı, esas olarak, bu örgüt tarafından kullanıldığı iddia edilen şifreli bir mesajlaşma uygulaması olan ByLock’un bir kullanıcısı olduğu iddiasına dayanıyordu. Bununla birlikte yardımcı deliller; ilgili zamanda yasal olan banka hesabı ve sendika üyeliği ile gizli bir tanığın ifadesiydi.

AİHM Büyük Daire, ByLock delilini Sözleşme’nin 7. maddesi kapsamında yaptığı incelemesinin merkezine koymuş ve ByLock temelli silahlı terör örgütü üyeliği davalarına ilişkin içtihadını, kanunsuz suç ve ceza olmadığı ilkesine uygun olarak ortaya koymuştur. Önceki davalarda belirtildiği gibi, AİHM Büyük Daire, özellikle 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 314/ 2 maddesinin yeterli açıklıkla formüle edildiğini tespit etmiştir. Prensip olarak, bu kombinasyon, bir bireyin -gerekirse uygun hukuki danışmanlık yardımıyla- hangi eylem veya ihmallerin kendisini cezai olarak sorumlu kılabileceğini anlaması için yeterli kesinlik sağlar (§ 249).

Ancak, hükmün öngörülebilir olduğu sonucuna varan AİHM, başvurucunun davasında TCK 314. maddesinin uygulanmasını incelemeye devam etmiştir. Başvurucu, verilen mahkûmiyet kararının Sözleşme’nin 7. maddesiyle uyumluluğuna ilişkin iki şikayette bulunmuştur. İlk olarak, başvurucu Mahkemeye yaptığı başvuruda, kendisine atfedilen eylemler sırasında FETÖ/PDY’nin ‘silahlı terör örgütü’ olarak tanınmadığını iddia etmiş ve ilgili yasaların kapsamlı bir şekilde yorumlanmasının ardından yasal eylemler temelinde mahkûm edildiğini ileri sürmüştür.

Mahkeme, ilk şikâyeti, ‘Türk hukukunda bir terör örgütünün yasal olarak tanımlanmasına ilişkin kuralın, örgütün kurucularının veya üyelerinin, bu tanımlamadan önce gerçekleştirdikleri eylemlerden dolayı, ‘bilerek ve isteyerek’ hareket ettikleri ölçüde cezai sorumluluklarını ortadan kaldırma etkisine sahip olmadığı’ gerekçesiyle incelememe kararı verdi (yukarıdaki §§ 84, 163, 165 ve 187’ye bakınız). Burada ilginç olan, Mahkeme’nin ‘bilerek ve isteyerek hareket ettiler’ ifadesinin anlamını açıklamamasıdır- bu husus AİHM Yasak Kararı’nın tartışılmasında detaylı olarak ele alınacaktır.

Yalçınkaya’nın ikinci şikâyetine odaklanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), yerel mahkemelerin iddia edilen suçun kurucu unsurlarından biri olan ahlaki unsurun öngörülebilir bir yorumunu yapıp yapmadığını inceleyeceğini vurgulamıştır (§ 260). Mahkeme, yerel mahkemeler tarafından, ByLock’un yalnızca kullanımının, bu kullanımın gerçekte neyi gerektirdiğinden bağımsız olarak, başvurucunun FETÖ/PDY’nin güç ve şiddet kullanarak elde etmeyi amaçladığı terörist amaçlar barındırdığını bildiği veya FETÖ/PDY’nin iradesine boyun eğdiği, amaçlarını gerçekleştirmek için özel bir niyete sahip olduğu ve hiyerarşisinin bir parçası olarak faaliyetlerine katıldığı veya ulusal hukuk uyarınca gerekli olduğu üzere örgütün fiili varlığına veya güçlendirilmesine herhangi bir somut maddi veya zihinsel katkı sağladığı sonucuna doğrudan nasıl yol açtığına dair bir açıklama yapılmadığını tespit etmiştir (§ 263). ByLock deliline, başvurucunun ilgili suçtan beraat etmesini neredeyse imkânsız kılacak şekilde otomatik bir suçluluk karinesi bağlandığını kaydeden Mahkeme (§ 268), Türk hukukunda silahlı terör örgütüne üyelik suçunun özel kastın varlığını gerektirmesine rağmen, özellikle ilgili suçun manevi unsurunun bir kenara bırakılmasıyla 7. maddeye aykırı öngörülemez bir yargısal yorum yapıldığı sonucuna varmıştır (§ 271).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ayrıca Sözleşme’nin 46. maddesi uyarınca, mevcut kararda tespit edilen ByLock delillerine ilişkin yaklaşımdaki eksikliklerin, ilgili ve mümkün olduğu ölçüde, Türk makamları tarafından daha geniş bir ölçekte ele alınması gerektiğini belirtmiştir (§ 418).

Bu sonuca varan AİHM, FETÖ/PDY’nin başvurucuya atfedilen eylemler sırasında ‘silahlı terör örgütü’ olarak tanınıp tanınmadığı sorusuna cevapsız bıraktığı soruya geri dönmeyi gerekli görmemiştir. Aslında Yalçınkaya kararı, cevapladığı kadar çok soru da ortaya çıkarmıştır.

AİHM Yalçınkaya Kararı’nın Ardından

AİHM Yalçınkaya Kararı’nda temel unsurların ele alınmaması, Yasak/Türkiye Davasında 7. maddenin ihlal edilmediğine ilişkin verdiği karar açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır.

Dava, tanıkların 2011-14 yılları arasında üniversite öğrencisi olarak diğer üniversite öğrencilerine ders vererek ve öğrenci evlerinde dini sohbetler yaparak FETÖ/PDY (o zamanki adıyla Gülen Hareketi)’nin hiyerarşisinde hareket ettiği iddiasıyla suçladığı Şaban Yasak’ın terör örgütü üyeliğinden mahkum edilmesiyle ilgilidir. Yasak, başvurusunda, Sözleşme’nin 7. maddesi uyarınca mahkumiyetinin 2016 darbe girişimiyle ilgisi olmayan suç teşkil etmeyen eylemlere dayandığını ve FETÖ/PDY’nin henüz Türk Hükümeti tarafından silahlı terör örgütü olarak değil dini bir hareket olarak tanındığı bir zamanda gerçekleştiğini savunmuştur. Ayrıca, ilgili yasaların geniş yorumlandığını ve bu nedenle yasal eylemlerinden dolayı mahkum edildiğini ileri sürmüştür (§ 152).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Yüksel Yalçınkaya davasında olduğu gibi, FETÖ/PDY’nin iddia edilen eylemleri gerçekleştirdiği dönemde silahlı terör örgütü olup olmadığının incelenmesine yer vermeyeceğini, zira bu hususun somut davadaki temel sorun olmadığını belirtmiştir (§ 155).

Suçun maddi unsuruna ilişkin olarak Mahkeme, çeşitli eylemlerin [kod adları kullanma, öğrencilere ders verme, tanıklarla HTS kayıtları (Tarihsel Trafik Araması. HTS kayıtları, arayana, aranan numaraya, çağrının süresine ve çağrının yeri ve saatine ilişkin sinyal bilgilerini içerir.)] bir araya geldiği ve böylece süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk gerekliliklerini karşıladığı tanık ifadelerine atıfta bulunmuştur (§ 163). Mahkeme, bunların başvuranın iddia ettiği gibi yasal eylemler olmadığını, başvuranın örgütün destek ağını genişletmek için öğrencilerle görüştüğünü ve örgüt üyelerinin üniversite giriş sınavlarını çalmak gibi yasadışı faaliyetlerinin de olduğunu ileri sürmüştür (§ 164). Burada, başvuranın dosyasının yerel mahkemeler tarafından suçlandığı gibi soru çalma eylemi veya suçuna ilişkin herhangi bir kanıt içermediğine dikkat edilmelidir.

Suçun manevi unsuru açısından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2011-2014 yılları arasında FETÖ/PDY’ye atfedilen şiddet eylemi bulunmamakla birlikte, başvurucunun örgütün gizli yapılanması içerisinde üst düzey faaliyetlerde bulunması nedeniyle kendisine atfedilen eylemlerin yasadışı örgüte katılım kapsamında olduğunu ve dolayısıyla yasadışı olduğunu öngörebilecek durumda olduğunu belirtmiştir (§ 171). Mahkeme, suçun manevi unsurlarından biri olan özel bilgi ve kast unsurunun, maddi unsur başlığı altında gösterildiği üzere çok sayıda gizlice gerçekleştirilen eylemle ortaya konulduğu sonucuna varmıştır (§ 175).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), tüm bu iddialar ışığında, suçun maddi ve manevi unsurlarının yerel mahkemelerce yeterince tespit edildiğini belirterek, 7. maddenin ihlal edilmediğine karar vermiştir (§ 180).

AİHM Yasak Kararı: Ceza Hukuku Geriye Dönük Uygulanır mı?

AİHM Yasak Kararı, terör örgütü üyeliği davalarında ceza hukukunun geriye yürümezliği ilkesinin birbiriyle ilişkili üç nedenden ötürü göz ardı edilmesinin önünü açmaktadır. İlk olarak, AİHM Yasak Kararı’nda 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin metinsel öngörülebilirliğinde herhangi bir sorun görmemiştir. Yasak Kararı da dahil olmak üzere silahlı terör örgütü üyeliğine ilişkin tüm davalarda Mahkeme, TCK’nın 314. maddesinin oldukça belirsiz metninin Yargıtay tarafından açıklığa kavuşturulduğunu varsaymıştır. Bu açıklığa kavuşturma esas olarak ‘farklı eylemlerin sürekliliği, çeşitliliği ve yoğunluğu‘ testiyle sağlanmaktadır. Peki, gerçekten öyle mi?

AİHM’de bekleyen ve karara bağlanan binlerce başvurunun gösterdiği gibi, ulusal mahkemeler tarafından ‘farklı eylemlerin sürekliliği, çeşitliliği ve yoğunluğu’ testinin yorumu tamamen belirsizdir. AİHM şimdiye kadar çok sayıda başvuruda, Türkiye’deki mahkemelerin Yargıtay tarafından geliştirilen kriterlere uymadıkları için yasallık ilkesini ihlal ettiğine karar vermiştir. Öyle ki AİHM, TCK 314. madde kapsamındaki başvuruları 200’er kişilik gruplar halinde Hükümete iletmeye başlamıştır (bkz. Berber ve Diğerleri , Ateş ve Diğerleri , Türkhan ve Diğerleri ). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin öngörülebilir olmadığına karar vermeden önce gerçekten kaç ihlal daha bulması gerekiyor?

İkinci olarak, AİHM Yalçınkaya Kararı’na benzer şekilde, Yasak Kararı’nda da başvurucunun mahkumiyetinin 7. madde ile uyumluluğuna ilişkin iki şikayeti daha vardı. Birinci olarak başvurucu FETÖ/PDY’nin kendisine atfedilen eylemler sırasında ‘silahlı terör örgütü’ olarak tanınmadığını ileri sürmüştür. Ayrıca, ilgili yasaların kapsamlı bir şekilde yorumlanmasının ardından yasal eylemler temelinde mahkum edildiğini iddia etmiştir. AİHM Yalçınkaya Kararı’nda olduğu gibi, Yasak Kararı’nda da Mahkeme, FETÖ/PDY’nin terör örgütü olarak geriye dönük olarak tanımlanması konusunu bir kenara bırakmaya ve bunun yerine incelemeye başvurucunun ikinci iddiasından (§155) başlamaya karar verdi.

Ancak bu iki dava arasında önemli bir fark vardır. Mahkeme, Yalçınkaya davasında başvurucunun ikinci iddiasını incelerken yasallık ilkesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Gerçekten de, AİHM Yalçınkaya Kararı’nda yalnızca cep telefonuna bir uygulama indirmek ‘farklı eylemlerin sürekliliği, çeşitliliği ve yoğunluğu’ testini karşılamak için yeterli olmadığından, başvurucunun ilk iddiasına geri dönmenin bir anlamı yoktu. Ancak Mahkeme, Yasak davasında faaliyetlerinin ‘süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk’ testini karşıladığını tespit ettiğinden, Mahkemenin başvurucunun ilk iddiasını ele alması daha da önemli hale gelmiştir.

AİHM Yasak Kararı’nda Mahkeme’nin başvurucunun ikinci iddiasını cevapsız bırakması için yasal bir dayanak bulunmamaktadır. Bir örgütün destek ağını genişletmek amacıyla öğrencilerle görüşme ve öğrencilere ders vermenin suç teşkil ettiği varsayıldığında bile, başvurucuyu ‘terör örgütü üyesi’ olarak adlandırmak için yeterli midir? Başvurucu, soru çalmak veya öğrencilerle görüşme düzenlemekten hüküm giymemiştir. Başvurucu, terör örgütü üyeliğinden hüküm giymiştir. İlkinin varlığı, ikincisinin kanıtı olamaz. Bir kişinin terör örgütü üyesi olabilmesi için öncelikle başvurucunun suçu işlediği sırada örgütün terör örgütü olduğunun tespit edilmesi gerekir.

Başvurucunun yaptığının hukuka aykırı olduğu bir an için kabul edilse bile, hukuka aykırı faaliyetlerde bulunan bir grubun parçası olan bir kişi, bu örgütün bir gün şiddete başvuracağını ve terör örgütüne dönüşeceğini öngörmek zorunda mıdır? AİHM Yasin Özdemir Kararı’nda başvurucunun darbe girişiminden bir yıl önce, 2015 yılında Fetullah Gülen’i öven ve destekleyen sosyal medya paylaşımları nedeniyle darbe girişiminden sonra mahkûm edilmesinin 10. maddenin 2. fıkrasına aykırı olduğunu tespit etmiş ve başvurucunun darbe girişiminden önce harekete atfedilen hiçbir şiddet eylemi olmadığı halde suçu ve suçluyu yücelttiğinin farkında olmasının beklenemeyeceğini belirtmiştir (§ 41).

Anılan AİHM Yasin Özdemir Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

AİHM Yalçınkaya Kararı’nda, ‘yerel mahkemelerin ilgili kararlarından da görülebileceği üzere, Türk hukukunda bir terör örgütünün yasal olarak tanımlanmasına ilişkin kuralın, kurucuların veya örgüt üyelerinin, bu tanımlamadan önce gerçekleştirdikleri eylemlerden dolayı cezai sorumluluklarını, ‘bilerek ve isteyerek’ hareket ettikleri ölçüde ortadan kaldırma etkisi yoktur (§ 253)’ denilmektedir. Bu kapsamda Yasak’ın 2010-2014 yılları arasında gerçekleştirdiği eylemlerle bir terör örgütünün faaliyetlerine bilerek ve isteyerek katıldığının kabulü mümkün müdür? Ayrıca AİHM Yasak Kararı’nda Yasin Özdemir Kararı’ndan ayrılmayı gerektirecek bir neden bulunmakta mıdır?

Üçüncüsü ve son olarak, AİHM Yasak Kararı’nda, önceki ‘terör örgütüne üyelik’ davalarıyla karşılaştırıldığında, Mahkeme, başvurucuya atfedilen eylemlerin, gerçekleştirildikleri tarihte hukuka uygunluk karinesinden yararlanmadığını ve başvurucunun Sözleşme ile güvence altına alınan haklarını kullanması kapsamına girmediğini gözlemlemiştir (§ 164). Başvurucu hukuka uygunluk karinesinden yararlanmadıysa, yetkililer kendisine karşı bir ceza soruşturması başlatmak için neden bu kadar uzun süre beklediler? Örgütün destek ağının 2010 yılında genişletilmesi gerçekten 2010 yılında bir suç faaliyeti miydi? Daha da önemlisi, şiddetle bağlantısı olmayan ancak Sözleşme ile güvence altına alınmayan herhangi bir günlük eylem ‘farklı eylemlerin sürekliliği, çeşitliliği ve yoğunluğu’ testinde dikkate alınabilir mi? AİHM bu testin sınırını nereye koymaktadır? AİHM, yıllar önce gerçekleştirilen ve gerçekleştiği tarihte suç sayılmayan günlük bir insan faaliyetinin bu standarda göre yıllar sonra suç sayılmasına onay verir mi?

AİHM Yasak Kararı, ceza hukukunun geriye yürümezlik ilkesine aykırı olarak, şiddet içermeyen eylemlerden dolayı silahlı terör örgütü üyeliğinden mahkûmiyete yeşil ışık yakan bir karardır. Nitekim, AİHM Büyük Daire’nin Yalçınkaya Kararı’nı bir yıldan fazla bir süre göz ardı eden Türk yargı makamları, son zamanlarda Yasak Kararı’nı emsal haline getirmek için adımlar atmıştır. Bu yansımanın iç hukuktaki ilk ve en somut örneği, Sayın Yalçınkaya’nın AİHM Büyük Daire kararı sonucunda yeniden yargılanması sırasında yaşanmıştır. Yerel mahkeme, Sayın Yalçınkaya’yı Yasak kararında ortaya konulan gerekçelere dayanarak yeniden mahkûm etmiştir. AİHM Yasak Kararı’nın emsal olarak değerlendirilmesi halinde, bu durum yalnızca Sayın Yalçınkaya ile sınırlı kalmayacaktır. Bu yeni yaklaşım, yıllar önce şiddet ile hiçbir ilgisi olmayan birçok başka kişinin terör örgütü üyesi olarak cezalandırılmasını haklı çıkarma gibi ciddi bir risk taşımaktadır.

AİHM Yasak Kararı’nın Büyük Daire’ye gönderilmesi talebi kabul edilmiş olup, AİHM Büyük Daire tarafından verilecek karar da sitemize eklenecektir.

AİHM Yasak Kararı İncelemesi

AİHM Yasak Kararı İncelemesine ilişkin bu yazı, Dr. Yasir Gökçe tarafından Strasbourg Observers sitesinde yayımlanan İngilizce makaleden çevrilmiştir. Makalenin orijinal metnini okumak için tıklayınız.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından verilen Yasak Kararı,  AİHM Büyük Daire’nin Yalçınkaya Kararı’ndaki birçok sonucu çürütüyor gibi görünüyor. Bilindiği üzere AİHM Yalçınkaya Kararı, Türk yargısının, şifreli bir mesajlaşma uygulamasının indirilmesi veya kullanılması iddiasını bir terör örgütüne üyelikle eşit tutma uygulamasını “sistemik nitelikte bir sorun” olarak nitelendirmektedir. Bu durum, sonuç olarak Mahkeme’nin Türkiye açısından AİHS’nin 7. Maddesi kapsamında Kanunsuz Ceza Olmaz ilkesi ie AİHS’nin 6/1. Maddesi kapsamında Adil Yargılanma Hakkının ihlal edildiğine karar vermesine yol açmıştır. AİHM Yalçınkaya Kararı, Erdoğan Hükümetinin 15 Temmuz darbe girişimini düzenlemekle suçladığı bir örgüt olan Gülen Hareketi ile iddia edilen bağlantıları nedeniyle hapse atılan çok sayıda kişi arasında umutları artırdı . Bununla birlikte Gülen Hareketi, darbe girişimini kınamakta ve herhangi bir dahli olduğu iddiasını reddetmektedir. Ancak AİHM Yasak Kararı ile umutlar bir kez daha suya düştü; Mahkeme, Gülen Hareketi’ne bağlı kişilerin benzer faaliyetlerine ilişkin değerlendirmesini, Türkiye’deki Terörle Mücadele Kanunu kapsamında Erdoğan Hükümetinin tutumuyla uyumlu hale getirdi.

Başvurucu Şaban Yasak, Gülen Hareketi ile bağlantıları nedeniyle terör suçlamasıyla tutuklanan yüz binlerce kişiden biridir. Yasak’ın üniversite yıllarında Hareket’te gönüllü olarak kıdemli öğrenci danışmanı (bölge talebe mesulü) olarak çalıştığı ve üniversite öğrencileri için etkinlikler düzenlediği iddia edilmektedir. Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru da dahil olmak üzere iç hukuk yolları tüketildikten sonra Yasak, davayı AİHM’e taşıyarak Sözleşme’nin 3. maddesi kapsamında insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele yasağının, Sözleşme’nin 6. maddesi kapsamında adil yargılanma hakkının ve Sözleşme’nin 7. maddesi kapsamında kanunsuz ceza olmaz ilkesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir (§§ 2-11). Ancak Avrupa Mahkemesi İkinci Dairesi her iki maddenin de ihlal edilmediğine karar vermiştir. Başvurucunun karara karşı Büyük Daire’ye itiraz etmiş ve kararın Büyük Daire’ye gönderilmesi talebi kabul edilmiş olup, AİHM Büyük Daire tarafından verilecek karar sitemize eklenecektir.

Başvurucu Yasak, Sözleşme’nin 3. maddesi kapsamında insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele yasağına atıfta bulunarak, önce polis gözetiminde ve daha sonra Çorum Cezaevi’nde tutulan tutukluluk koşullarının haklarını ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Başvurucu Yasak’ın tutukluluğu sırasında bir miktar sıkıntı ve zorluk çekmiş olabileceğini kabul ederken, daha geniş bağlamı, özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Türk cezaevlerindeki aşırı kalabalığı dikkate almıştır (§ 105). Mahkeme nihayetinde Başvurucu Yasak’ın tutukluluk koşullarının kümülatif etkisinin, Sözleşme’nin 3. maddesi kapsamında insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleyi oluşturmak için gereken ciddiyet eşiğine ulaşmadığına karar vermiştir (§ 110-113).

Yargıç Krenc, Mahkeme’nin Muršić davasında verdiği önceki karara atıfta bulunarak muhalif kaldı. Bu kararda, 3 m²’lik kişisel alanın 3. Madde uyarınca asgari standardı temsil ettiği ancak 3 ile 4 m² arasındaki bir alanın diğer kötü maddi koşullarla bir araya geldiğinde yine de bir ihlale yol açabileceği belirtiliyordu (Muršić , § 139). Yargıç Krenc’e göre, Başvurucu Yasak’ın 3,6 m²’lik kişisel alanı, yerde uyumak zorunda kalması, uzun süreli gözaltı, yetersiz sayıda tuvalet ve yetersiz hijyen gibi karşılaştığı kümülatif zorluklarla birlikte Mahkeme’nin AİHS’in 3. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varması gerekirdi ( § 5-9).

Bu makalede, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in Gülen Hareketi’nin hukuki nitelendirmesi ve Türk Ceza Kanunu ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamında Yasak’ın iddia edilen eylemlerine ilişkin analizini incelenmektedir. Son olarak, AİHM’nin otoriter yasalara, politikalara ve uygulamalara nasıl yaklaştığı konusunda daha geniş ve köklü bir konuyu ele alınmaktadır. Aşağıdaki üç bölüm, Mahkeme’nin gerekçesinde sorunlu olarak tanımlanan temel konuları vurgulamaktadır: Türkiye’nin sosyopolitik gerçekliklerinin göz ardı edilmesi, başvuranın eylemlerinin hatalı değerlendirilmesi ve başvuranın adil yargılanma iddialarının reddedilmesi. Her bölüm, ilgili dava ayrıntılarını, Mahkeme’nin gerekçesini ve bu kritik konularla ilgili yaklaşımındaki eksiklikleri tartışıyor.

Mahkemenin, Davacının Hareketteki Rolünü Değerlendirirken Sosyopolitik Gerçekleri Göz Ardı Etmesi

‘Bölgesel öğrenci sorumlusu/ bölge talebe mesulü’ rolünün açık ve yazılı bir tanımının bulunmaması nedeniyle, Avrupa Mahkemesi, pozisyona ilişkin olarak Türk hükümetinin yorumuna ve varsayımlarına güvenmiş gibi görünmektedir. Erdoğan Hükümeti, başvuranın üniversitedeki arkadaşlarının ifadelerine atıfta bulunarak, bir öğrenci sorumlusu olarak başvuranın Gülen Hareketi için bölgesel faaliyetler düzenlediğini, öğrencilere örgütün ideolojisini tanıtmak için sohbet düzenlediğini ve memurluk sınavlarına hazırlanmalarında onlara yardımcı olduğu ileri sürmektedir. Hükümet ayrıca, başvuranın Hareketin hiyerarşik yapısına yerleştirildiğini, onun yararına sorumluluklar aldığını ve kod adı altında faaliyet gösterdiğini, dolayısıyla Türk Ceza Kanunu’nun 314/2 maddesi uyarınca bir terör örgütüne üyelik kriterlerini yerine getirdiğini iddia etti.

Mahkeme, bu iddialara dayanarak, başvuranın suç niyetini (kast), iddia edilen bu faaliyetlerden çıkarmıştır. Özellikle, başvuranın bilerek örgütün genç bireyleri işe alma ve bu kişileri kamu kurumlarına sızdırma hedeflerine uyum sağladığı ve böylece Hareketin hiyerarşisi içinde gizlice faaliyet gösterdiği sonucuna varmıştır (§§ 164, 165). Bu çıkarımla Mahkeme, hükümetin iddialarını, Gülen Hareketi’nin hukuki nitelendirmesiyle ilgili olarak yerleşik olarak ele almıştır. Ayrıca Mahkeme, başvuranın mahkûm edildiği suçun “işlendiği tarihte (…) ilgili ulusal hukuk uyarınca” yasal bir dayanağı olduğunu ve öngörülebilirlik gerekliliğini karşılamak için yeterli açıklıkla tanımlandığını ve başvuranın davranışlarını AİHS’in 7. maddesi anlamında buna göre ayarlamasına izin verdiğini tespit etmiştir (§ 180).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), dördüncü derece mahkemesi olarak hareket etmekten ve yerel mahkemelerin başvuranın iddia edilen suç davranışına ilişkin değerlendirmesini sorgulamaktan kaçınmakla yükümlü olsa da, söz konusu değerlendirmelerin keyfi ve açıkça mantıksız niteliği, Mahkemeyi Gülen Hareketi içinde bir bölgesel öğrenci sorumlusunun rolü ve tipik faaliyetleri konusunda daha kapsamlı bir inceleme yapmaya sevk etmeliydi (Dulaurans v. Fransa , §§ 33-34; Khamidov v. Rusya , §§ 170-75, Anđelković v. Sırbistan , §§ 24-29). Böyle bir analiz, Mahkemenin, Türkiye’nin o dönemdeki siyasi iklimi ve toplumsal gerçekleri dikkate alındığında, başvuranın Gülen Hareketi içinde neden bu rolü üstlenmiş olabileceğini daha iyi anlamasını sağlardı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin de kabul ettiği gibi, başlangıçta, dini değerlerden ilham alan bir sivil grup olan Gülen Hareketi, darbe girişiminden önce Türk toplumunun tüm kesimlerinde yaygın bir yaygınlığa ve saygınlığa sahipti (§91). Başvurucu, bir üniversite öğrencisi olarak bu yaygın kabulden ve Gülen’in din ile bilimin bir arada var olabileceği ve birbirini tamamlayabileceği yönündeki öğretilerinden açıkça etkilenerek Harekete dahil oldu. Erdoğan Hükümetinin sadakatin ikinci katmanının bir parçası olarak gördüğü ve örgütün amaçları ve yöntemleri konusunda farkındalık eksikliğinin bir göstergesi olarak gördüğü bir faaliyet olan düzenli tartışmalara (sohbet) katıldı ve hatta bunları organize etti. (§ 88 ve § 134). Mahkeme, başvurucunun Erdoğan Hükümeti tarafından 2014 yılında Milli Güvenlik Konseyi kararları ile “legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten paralel yapılanma” olarak etiketlenmesinden sonra bile Hareket ile olan ilişkisini sürdürdüğüne atıf yapmaktadır (§137). Bu tanımlama, Erdoğan Hükümetindeki birkaç bakanı suçlayan Aralık 2013’teki önemli bir yolsuzluk skandalının ardından geldi. Bu dönemde, bağımsız medyanın eksikliği ortasında, muhalif politikacılar ve eleştirel gazeteciler bile Hareket ile ilişkili platformlarda göründüler. Başka bir deyişle, o zamanlar, Hareket ile gizlice bağlantılı kalmak, hükümetin (§88) ve Mahkemenin (§167) iddialarının aksine, gizli bir terör örgütü ile ilişkili olmanın öngörülebilir bir göstergesi değildi. Aksine, Erdoğan rejiminin giderek baskıcı ve otoriter politikalarının kurbanları olarak görülenlerle ihtiyatlı bir hizalanmayı yansıtıyordu.

Son olarak, istatistiksel olarak, üyelerinin %99’unun üniversite mezunu olduğu, öncelikli olarak eğitime odaklanmış bir kuruluşun, Türkiye’de genellikle prestijli ve iyi maaşlı olan kamu pozisyonlarının orantılı bir payını işgal edeceğini belirtmekte fayda var. Mahkeme, başvuranın öğrencileri kamu hizmeti sınavlarına hazırlamadaki katılımını değerlendirirken, başvuranın ve benzerlerinin kamu görevinde bulunma hakkıyla birlikte bu istatistiksel gerçeği de dikkate almalıydı.

Sonuç olarak, Atilla Taş v. Türkiye (§ 134) ile Başer ve Özçelik v. Türkiye (§ 203) davalarındaki yaklaşımının tam tersine, Mahkeme, 2013 yolsuzluk skandallarının ardından Hareket’in itibarını kaybetmesini çevreleyen siyasi dinamikleri tam olarak takdir edememiştir.

Anılan AİHM Atilla Taş Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Anılan AİHM Başer ve Özçelik Kararı’nın Türkçe çevirisine sitemizden ulaşabilirsiniz.

Yukarıda belirtilen karmaşıklıkları göz ardı ederek ve bunun yerine Hareket’in gizliliği ve başvuranın iddia edilen niyeti hakkındaki izole hükümet varsayımlarına odaklanarak, Mahkeme başvuranın eylemlerini toplumsal ve siyasi gerçekliklerin daha geniş bağlamında adil bir şekilde değerlendirme fırsatını kaçırmıştır. Daha derin, daha dengeli bir değerlendirme, başvuranın rolünün doğası gereği suç davranışıyla bağlantılı olmadığını, aksine kendisini içinde bulduğu sosyopolitik ortamın bir yansıması olduğunu ortaya koyabilirdi.

Şüpheli Kanıtlar ve Yasal Denetim: Mahkemenin Başvuranın Eylemlerine İlişkin Kusurlu Değerlendirmesi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),, Türkiye’deki sosyopolitik gerçekleri göz ardı etmenin yanı sıra, başvuranın eylemlerinin yasallık varsayımına sahip olmadığı veya Sözleşme haklarının bir kullanımı teşkil etmediği sonucuna varmıştır (§ 164). Ancak Mahkeme, Türk hukukunda düzenli öğrenci tartışmaları (“sohbet”) düzenlemeyi veya bunlara katılmayı suç sayan herhangi bir hüküm tespit edememiştir. Ayrıca kod adı kullanımını cezalandıran herhangi bir yasaya da atıfta bulunmadı. Hükümetin başvurana karşı gösterdiği diğer kanıt türleri de (Gülen Hareketi ile bağlantılı bir şirket tarafından onun adına ödenen sosyal güvenlik katkıları, Hareket ile bağlantılı bir bankadaki mevduatları ve şifreli bir mesajlaşma uygulamasını kullandığı iddiası gibi) AİHM Yalçınkaya Kararı’nda (§ 266-268) Sözleşme haklarının ihlali olarak reddedilmişti.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), başvuranın öğrencileri kamu hizmeti sınavlarına hazırlamadaki rolünü değerlendirirken, birçoğu Türkiye’nin ‘etkin pişmanlık’ yasasından yararlanan üniversite arkadaşlarının ifadelerine büyük ölçüde güvenmiştir. Bilindiği üzere; etkin pişmanlık hükümleri, bilgi sağlama karşılığında ceza indirimi veya cezasızlık sunan bir mekanizmadır (§§ 6-47, 164). Bazıları başvuranın kendilerine sınav hazırlığı konusunda tavsiyede bulunduğunu iddia ederken, birkaçı da kendilerine gerçek sınav kitapçığının verildiğini iddia etmiştir (§ 47). İkincisinin yasadışı niteliği tartışılmaz olsa da, Mahkeme, bu tür ifadelerin Türk makamları tarafından genellikle elde edildiği zor koşulları göz ardı etmiş gibi görünmektedir. Örneğin, güncel bir Finlandiya Göçmenlik Dairesi Raporu’nda, gözaltındayken hamile kalan ve gözaltında doğum yapmaya zorlanan Gülen bağlantılı 12 kadından bahsedilmektedir (s. 45). Benzer şekilde, eski Türk diplomatları, Gülen Hareketi ile bağlantı ve kamu hizmeti sınavlarında kopya çekme konusunda önceden hazırlanmış itirafları imzalamaya zorlamak için işkenceye ve tecavüze uğradıklarını belirtmişlerdir. Yakın zamanda, basına ve kamuoyuna “Kız Çocukları Davası” olarak yansıyan davada anne babaları Gülen bağlantısıyla suçlanan 16 kız çocuğu, Mayıs 2024’te gözaltına alınmış, psikolojik işkenceye maruz bırakılarak anne babalarına karşı ifade vermeye zorlanmışlardır. Bu zorlayıcı taktikler, başvurana karşı kullanılan ifadelerin güvenilirliği konusunda ciddi şüpheler yaratmaktadır. Hem bu tür delillerin üretildiği baskıcı ortamı hem de başvuranın bazı eylemlerinin yasal niteliğini hesaba katmayarak, Mahkemenin değerlendirmesi, eylemlerinin adil bir şekilde değerlendirilmesini sağlamak için gerekli incelemeden yoksundu.

Mahkemenin Adil Yargılanma Endişelerini Ele Almadaki Başarısızlığı

Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), davayı 6. madde kapsamında ele almadan veya adil yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediğini belirlemeden, yerel yargılamanın Sözleşme uyarınca adil olmadığı ve başvurucunun savunma hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır (§ 178). Ancak başvurucu, nihai duruşmada fiziksel olarak hazır bulunmaması nedeniyle kendisini etkili bir şekilde savunamadığını başvurusunda açıkça belirtmiştir. Duruşmanın, kendisinin tutulduğu cezaevinin bulunduğu ilde [Çorum Ağır Ceza Mahkemesi ve Çorum Cezaevi] gerçekleştiğini ve diğer birçok tutuklunun duruşmalara fiziksel olarak katılabildiğini belirtmiştir. Bunun yerine, duruşmaya uzaktan katılmıştır. Başvurucu, mahkemeyle doğrudan etkileşime giremediği, etkili bir şekilde delil sunamadığı veya yargılama sırasında meydana gelen gelişmelere derhal yanıt veremediği için uzaktan katılımının savunmasını tam olarak yerine getirme yeteneğini önemli ölçüde engellediğini ileri sürmüştür. Ayrıca, tanık ifadelerine itiraz etme fırsatı da reddedilmiştir, çünkü ifadeler hem fiziksel olarak hem de uzaktan kendisinin yokluğunda duyulmuştur (ASSEDEL’in Gözlemleri , s. 7, 8 ve 13).

Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca silahların eşitliği ve yargılamanın genel olarak adilliği konusunda endişeler uyandıran bu şikâyetlere ilişkin analizleri ihmal eden Mahkeme, başvuranın kendini savunma yeteneğindeki sınırlamalara ilişkin iddialarını tam olarak ele almamış ve sonuç olarak yerel yargılamalardaki usul güvencelerinin yeterliliği konusunda cevapsız sorular bırakmıştır.

Sonuç: AİHM’in Köklü Tedbiri ve Türkiye’deki İnsan Hakları Üzerindeki Etkisi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in Gülen Hareketi’nin hukuki nitelendirmesini, başvuranın gönüllü faaliyetlerinin doğasını ve daha geniş sosyopolitik gerçeklikleri kapsamlı bir şekilde değerlendirmedeki başarısızlığı, geçmişte ve günümüzde otoriter yasaları, politikaları ve uygulamaları ele alırken uzun süredir devam eden ihtiyatlı yaklaşımına bağlanabilir. Mahkeme’nin, Üye Devletlerdeki hassas ‘kırmızı çizgi’ konularıyla karşı karşıya kaldığında, genellikle bunları AİHM sistemi içinde tutmak veya kararlarının uygulanmasını tehlikeye atmaktan kaçınmak için yavaş veya isteksiz duruşu, yıllardır akademik tartışmanın konusu olmuştur.

Örneğin Baade, bu ihtiyatlı yaklaşımın Mahkeme’nin resmi ulusal anlatılara meydan okumaktan kaçınmasını sağlayan ölçütler oluşturmasına yol açtığını savunmaktadır. Benzer şekilde Bodnar , Mahkeme’nin Polonya’daki önemli davalardaki sessizliğinin yetkilileri ‘devrimci’ yasal değişiklikler yapmaya cesaretlendirdiğini öne sürmektedir. Kurban ayrıca, Türkiye’nin terörle mücadele argümanlarına erteleyerek, iç hukuk yollarının etkisizliğini kabul etmekte isteksiz davranarak veya ikincillik ilkesine güvenerek Mahkeme’nin Türkiye’de ciddi insan hakları ihlallerinin devam etmesine ve cinayetler, kayıplar, işkence ve azınlıklara yönelik ayrımcılık gibi otoriter politikaların yerleşmesine katkıda bulunduğunu iddia etmektedir.

AİHM Yasak Kararı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bir kez daha Türkiye’nin terörizm yasalarını yorumlamasını ertelemiş ve Erdoğan Hükümetinin 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimine ilişkin resmi anlatısına meydan okuma konusunda isteksizlik göstermiştir. Ancak Mahkeme, otoriter devletlerdeki insan hakları ihlallerinin temel nedenlerini ele alma konusundaki bu tür ihtiyat ve isteksizliğin, bu rejimleri baskıcı yasalarını ve politikalarını sürdürmeye sadece cesaretlendirdiğini kabul etmelidir. Bu tereddüt örüntüsünün önemli sonuçları olmuştur: Mahkemenin Türk yargısındaki sistemsel insan hakları ihlallerini tespit ettiği ve Sözleşme’nin 7. maddesi kapsamında “Kanunsuz Suç ve Ceza Olmaz İlkesi”nin ihlal edildiğine ilişkin çığır açan AİHM Yalçınkaya Kararı’nın ardından, Erdoğan Hükümeti kararı uygulamayı açıkça reddettiğini ilan etti. Sonuç olarak, siyasi iklimin etkisiyle hareket eden Türk mahkemeleri, Yalçınkaya kararını görmezden gelerek ilk kararlarını onadı ve bu durum, AİHS’in 7. maddesinin sistematik ve sürekli ihlaline yol açmış; bu da kararın hukuki etkisini ortadan kaldırmış ve Yalçınkaya başta olmak üzere mağdurların karardan yararlanmasını engellemiştir.

Yıllık Tecrübe
0 +
Mutlu Müvekkil
0 +
Dava Takibi
0 +
Başarı Oranı
% 0 +

AİHM Başvuru – Kayseri Ceza Avukatı

Ceza davalarında ve hukuk uyuşmazlıklarında gerekli başvuru veya itirazların zamanında ve usulüne uygun yapılması açısından alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Yargılama sırasında herhangi bir mağduriyete ve hak kaybına uğramamak için güncel mevzuat ve yargı kararlarının takip edilmesi önem arz etmektedir. 

Alanında yetkin Kayseri Ceza Avukatı kadrosu ve 15 yılı aşkın deneyimi ile Zülküf Arslan Hukuk Bürosu, savunma hakkını ve hak arama özgürlüğünü temin ederek Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde taraflara hukuki yardım sunmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuru sürecinde herhangi bir mağduriyete veya hak kaybına uğramamak için gerekli başvuruların zamanında ve usulüne uygun yapılması büyük önem arz etmektedir. Bu süreçte, alanında uzman bir avukattan hukuki yardım alınması faydalı olacaktır. Zülküf Arslan Hukuk Bürosu olarak; Yalçınkaya Kararı başta olmak üzere AİHM kararlarının Türkçe çevirilerini yapan Eski AİHM Hukukçusu Dr. Orhan Arslan koordinatörlüğünde müvekkillerimize Anayasa Mahkemesi ve AİHM başvurusunun yanı sıra emsal AYM ve AİHM Kararları çerçevesinde yeniden yargılama başvurusu hususunda da hukuki destek vermekteyiz.

Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne başvuru yapmak ve süreci takip etmek için bir avukat arıyorsanız 15 yılı aşkın deneyimi ile avukat kadromuzdan dava süreci, hukuki statünüz, haklarınız ile başvuru ücret ve masrafları konusunda ön bilgi alabilir; detaylı bilgi ve tüm sorularınız için bizimle iletişime geçebilir veya yüz yüze görüşmek için Zülküf Arslan Hukuk Büromuzu ziyaret edebilirsiniz.